16 Haziran 2017 Cuma

taşra hekimi , ercan kesal



Ben

Geçici görevle sürgün olarak gönderildiğim kasabada birinci yılımı doldurmuştum ve burada daha ne kadar kalacağım belli değildi. Merkez Lokantası’nın hemen yanındaki boş traktör garajını kiralayıp muayenehane yaptım ben de. Uydurma bir sedye, ilaç dolabı ve formika bir masa. Bütün mobilyam bu. Ziyaretime gelerek çay içen belediye başkanı ‘tayin’ meselesini tamamen aklımdan çıkardığımı düşünüyor. Pek memnun. Zabıta amirinin oğlu Serkan’ı da gönderecek. “Yanında dursun işte, bir şeyler öğrenir” diyor.
Hafta sonu, öğle saatleri. Tapu müdürünün zorla ısmarladığı pilav üstü dönere bakıyorum sıkıntıyla. Baldızına rapor isteyecek galiba. Birkaç lokma almıştım ki açık olan kapıda birinin dikildiğini fark ettim. İriyarı, sağlam yapılı birisi. Tanımaya çalışır gibi süzüyordu beni. Hiç kıpırdamadan, saf bir pervasızlıkla konuştu sonra:
“Doktor Ercan sen misin?”
“Evet” dedim yemeğe ara vererek. İçeri girdi ve birkaç adım yürüyerek masanın önünde durdu.
“Ben verem olmuşum doktor...”
Bir süre karşılıklı bakıştık. Bu gibi durumlarda konuşmayı normalleştirmek yerine, kendi haline bırakmam gerektiğini öğrenmiştim. Hiç önemsemiyormuş gibi:
“Nerden anladın” dedim, geriye doğru hafifçe yaslanarak. Masaya bir adım daha yaklaştı:
“Kan tükürüyorum yav. Ağzımdan kan geliyor. Verem olmuşum ben.” Biraz durdu, sonra devam etti:
“Ne yapcam?”
“Dur bakalım. Anlarız şimdi.”
Serkan’a kapıyı kapatmasını işaret edip ayağa kalktım.
Dükkânı ikiye ayıran kadife perdeyi sıyırarak arkaya aldım adamı. Cüssesine bakarak hiç ihtimal vermiyordum doğrusu tüberküloza. Muayene ederken bir yandan da soruyorum. Merkeze epey uzak bir köyde yaşıyormuş. Çobanmış. Yıllardır dağ tepe dolaşıyor yani. Niye verem olsun?
“İştahın nasıl?” “İyidir. Her şeyi yerim ben!” “Geceleri terliyor musun?” “Yoo.”
“Bu aralar zayıfladın mı?” “Cık...” Muayeneye biraz ara verdim. Karşısına geçtim. Öylece bakışıyoruz. Masum bir bilmişlikle konuşuyor:
“Muayeneye gerek yok ki doktor. Ben veremim. Kan tükürüyorum diyorum sana. Ağzımdan kan geliyor.” Ah, evet. İlk önce yapmam gereken şeyi atladığımı fark ediyorum:
“Ağzını aç bakayım.”
Dil basacağının da yardımıyla ağzını ve boğazını iyice tarıyorum. İstediğimden de fazla açtığı ağzında, yemek borusunun başladığı yerde kımıldayan bir şey var! Başlangıçta gırtlağın öne arkaya hareketi gibi düşündüğüm şeyin, oraya yerleşmiş bir ‘sülük’ olduğunu fark ediyorum birden. Bozkırda gezerken, ağzını dayayıp su içtiği herhangi bir yol üstü çeşmesinin borusundaki sülük, suyla birlikte akıp boğazına yerleşmiş. Vantuzlarıyla yapıştığı yerde de büyüyüp serpilmiş. Adamcağız boğazını temizlemeye çalıştıkça orayı kanatıyor. Kan tükürüyorum dediği şey, sülüğün emdiği kan.
Okuldayken, “Sülüğü sökerek almaya kalkışmayın, kopar. En iyisi tuzlu suyla gargara yaptırmak” diyen hocama kulak asmayacaktım. Boğazın en dip yerinde kımıl kımıl hareket eden sülüğü bir pensetle çıkarma heyecanına kapılmıştım.
“Serkan sen ışığı tam şuraya tutacaksın. Sen de sakın öğürme. Nefes al ver ve iyice aç ağzını.”
Dediklerimi ikisi de aynen yapıyorlar. Beş dakika sonra pensetin ucunda koparmadan çıkardığım oldukça uzun bir sülükle doğruluyorum.
“Al bak. Buymuş işte. Verem falan değilsin.”
Sülüğü bırakıyorum avcuna. Hep birlikte perdeyi çekip dışarı çıkıyoruz. Tuhaf bir şaşkınlıkla bakıyor bir süre.
“Vay anasını! Buymuş ha!” Birden küfrederek yere fırlatıyor sülüğü ve ayağıyla eziyor. Bana dönüyor sonra ve mahcup bir sevecenlikle:
“İyi doktordur demişlerdi senin için. Valla doğruymuş be.”



Annem



“...Sakar Ahmet’in torunu oynuyordu kapının önünde. Topa bir vurdu. Geldi gözüme çarptı. Ateş çıktı sanki gözümden. Ben ondan oldu diyorum. Sanki gözümün önüne karınca gelmiş gibi, silerim silerim geçmez. Ondan sonra da bulanık görmeye başladım.” Yüksek tansiyona bağlı ‘retina dekolmanı’nı tarif ediyordu annem ve suçluyu da bulmuştu: Sakar Ahmet’in torunu. Ankara’da ameliyat ettirdim. Kasabada işim bitince, akşamları Ankara’ya gidiyordum ziyaret için. Beş-altı hastanın yattığı bir koğuşta gözleri kapalı, hareketsiz yatardı her gittiğimde. Sessizce yaklaşır, elini tutardım. Gözleri kapalı, mırıldanır:
“Sen misin kuzum?”
Uzunca bir süre kaldı hastanede. Sonra da lojmana getirdim. Yanımda olursa kontrollerini daha iyi yapacağımı düşünüyordum. Çok uzun zamandır kasabadaki tek doktor bendim. Her gelen doktor kısa bir süre sonra bir fırsatını bulup kaçıyordu. Bozkırın ortasında terk edilmiş gibiydim. Bin yıldır buradaydım sanki ve bin yıl daha kalacaktım. İlk senenin sonunda sıkı bir avcı ve şehir kulübünün de müdavimi olmuştum zaten. Belediye başkanının her konu açıldığında, şaka mı gerçek mi anlamadığım “Sen tayini unut doktor. Artık buralısın. Hele bir de sana eli yüzü düzgün bir kız bulup evlendirelim. Ondan sonra zaten istesen de gidemezsin” cümlesi giderek daha az korkutuyordu. Sağlık ocağına bağlı altmış beş köy vardı ve her gün yüzün üzerinde poliklinik yapıyordum. Gece boyunca bitmeyen acil hastalar, otopsiler, sağlık evlerinin takibi, yazışmalar... Dağılmaya başlamıştım artık. O sene kış çok sert geçiyordu. Gün boyu hasta bakmış, gece yarısına kadar da traktörün boşalan halatına elini kaptırmış bir çiftçinin kopmak üzere olan parmağını dikmiştim. Lojmana geldiğimde ayakta duracak halim yoktu. Yorgunluktan inleyerek salondaki yatağıma uzandım. Annem köşede, sessizce uyuyordu. Soba çoktan sönmüş. Dışarıda inanılmaz bir fırtına. Kötü rüyalarla sızmış kalmışım.
Gece yarısı titremelerle uyandım. Ateşler içindeyim. İçimde sebepsiz bir korku ve gittikçe artan bir çarpıntı. Yatağın içinde doğrularak bir süre bekledim. Annem uyanmış ve yanıma gelmişti.
“Anne, çok kötüyüm, ölüyorum galiba” dedim.
“Tövbe de kuzum. Ne ölmesi... Nazar değdi sana. Ondan oldun böyle.”
Annem gitti, yan odadan büyücek bir battaniye getirdi ve onu yere serdi. Masanın üzerinde duran boş reçete kâğıtlarından birini aldı eline. Diğer eline de perdede saplı duran dikiş iğnelerinden birini. Merak ve biraz da çaresizlikle izliyordum yaptıklarını.
“Hadi, yat battaniyenin üzerine” dedi.
“Ne yapacaksın?” dedim. Cevap vermedi.
Yataktan inerek yere, battaniyenin üzerine sırtüstü yattım. Annem, elindeki boş reçete kâğıdını iğneyle delerek bir yandan mırıl mırıl dualar okuyor, bir yandan da Kızılderililer gibi etrafımda dönüyordu. Beş-altı tur attıktan sonra, sobanın yanından aldığı kibritle delik deşik olmuş reçete kâğıdını yaktı. Küllerini yine dualar okuyarak üzerime serpti. Başımdan ayakucuma kadar sıvazlayarak işini bitirdi.
“Hadi kalk kuzum, bir şeyin kalmadı” dedi. Kalktım, yatağa uzandım. Çok iyi hissediyordum kendimi. Titremelerim geçmiş, ateşim de dinmişti. Abdest almak için banyoya doğru giden annemin arkasından dayanamadım, konuştum:
“Babam haklıymış. ‘Oğlum, annen diplomasız doktordur’ derdi de inanmazdım. İyi doktormuşsun valla. Yalnız, yarın hemşire hanımların yanında falan söyleme yaptıklarını.”
Dualarının içine karıştı gitti cümlelerim. Gün ağarmak üzereydi. Fırtına kesilmiş, salonun penceresinden görünen beyazlık, kusursuz bir giysi gibi örtmüştü bozkırı. Az sonra, derin bir uykunun kollarına bırakacaktım kendimi...




Peri Gazozu, shf 133

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder