8 Haziran 2017 Perşembe

bu sandviçte mayonez yok, salinger

Ben de kamyonun içindeyim, emniyet kemerinde oturuyor, çılgın Georgia yağmurundan korunmaya çalışıyoruz. Özel Servisler’den teğmenin gelmesini bekliyoruz, haşinleşmeyi bekliyoruz. Kendimi her an haşinleşecekmiş gibi programladım. Araçta otuz dört kişiyiz ve sadece otuzunun dansa gitmesine izin var. Dördü kalmak zorunda. Sağımdaki ilk dört adamı, gülünç çığırışlarına son vermek adına bıçaklamayı planlıyorum, eşzamanlı olarak, bağıra çağıra “Off We Go Into the Wild Blue Yonder“ı* söylüyorlar. Sonra da özel iş olarak, onları güzel, ıslak Georgia çamuruna ittirmeleri için iki kişiyi (tercihen üniversite mezunu) görevlendireceğim. Bu emniyet kemerinde oturmuş En Sert On Adam’dan biri olduğumu unutmamakta yarar var. En az Bobbsey İkizleri kadar çetin cevizimdir. Dördü kalmak zorunda. Orkestrayla aynı isimli kamyondan…Herkes dans için bir eş bulsun!**
Ve üstümüzdeki brandaya vuran yağmur şiddetini artırıyor. Bu yağmur arkadaşım değil. Ne benim ne de diğer beyefendilerin arkadaşı (içlerinden dördü kalmak zorunda). Belki de yağmur Katharine Hepburn’ün arkadaşıdır ya da Sarah Palfrey Fabyan’ın ya da Tom Heeney’in ya da Radio City Music Hall’ın önünde sıra olmuş tüm o sıkı Greer Garson hayranlarının. Ama benim ahbabım falan değil bu yağmur. Diğer otuz üç adamın ahbabı da değil (içlerinden dördü kalmak zorunda).
Kamyonun önündeki şahsiyet bana yine bağırıyor.
Ne?” diyorum. Onu duyamıyorum. Tepemizdeki yağmur beni öldürüyor. Onu duymak bile istemiyorum aslında.
Üçüncü defadır, “Artık yola koyulsak! Kadınlar bekler!”
Teğmeni bekliyoruz,” diyorum ona. Dirseğimin ıslandığını hissedip sağanak yağmurdan çekiyorum. Yağmurluğumu kim arakladı? Beraberinde sol cebimdeki tüm mektuplarımla… Red’den aldığım mektuplar, Phoebe’den, Holden’dan. Holden’dan. Yazık günâh, dinleyin, yağmurluğumun araklanmasını takmıyorum, ama mektuplarımı yalnız bırakmak? Erkek kardeşim henüz on dokuz yaşında ve ahmak, hiçbir şeyi şakaya alamıyor veya ironiye vuramıyor. Kalbi yerine monte edilmiş uyumsuz küçük cihazı sıkıntıyla dinlemekten başka hiçbir şey yapamıyor. Benim kayıp kardeşim. Neden insanların yağmurluklarını rahat bırakmazlar ki?
Düşünmeyi bırakmalıyım. Eğlenceli bir şeyler düşün. Yaşlı budala Vincent. Bu kamyonu düşün. İçinde gittiğin en karanlık, en ıslak ve en sefil ordu kamyonu olmadığına inandır kendini. Bu kamyon, şöyle söyle, güllerle, sarışınlarla ve vitaminlerle dolu. İşte sana sevimli bir kamyoncuk. Havalı bir kamyon bu. Bu akşam bu görevi aldığın için kendini şanslı say. Danstan döndüğünde…Eşlerinizi bulun, millet!..bu kamyonla ilgili ölümsüz bir şiir yazabilirsin. Potansiyel bir şiir bu kamyon. Şiire “İçinde Gittiğim Kamyonlar” diyebilirsin,ya da “Savaş ve Barış” ya da “Bu Sandviçte Mayonez Yok”. Basit düşün.
Oo, dinle. Dinle, yağmur. Bu yağdığın dokuzuncu gün. Bunu bana ve buradaki otuz üç adama nasıl yaparsın (dördü kalmak zorunda). Rahat bırak bizi. Bizi yapış yapış ve yalnız yapmaya bir son ver.
Biri benimle konuşuyor. Bıçaklama mesafesinde olan adam..(dördü kalmalı). “Ne?” diyorum ona.
Nereden geliyon Çavuş?” diye soruyor çocuk. “Silahların ıslanıyo.”
Tekrar içeri çekiyorum. “New York,” diyorum ona.
E ben de! Neresinden?”
Manhattan’dan. Sanat Müzesi’nden birkaç blok ötesinden.”
Ben Valentine Meydanı’nda yaşıyorum,” diyor çocuk. “Nerede biliyor musun?”
Bronx’un içinde, değil mi?”
Yoo, Bronx yakınında. Yakın ama içinde değil. O da Manhattan’da.”
Bronx’a yakın, ama içinde değil. Aklımızda tutalım. Bronx çevresindeki insanlara aslında Manhattan’da yaşıyorlarken gidip de Bronx’ta yaşıyorsunuz demeyelim. Kafamızı kullanalım, birader. Kaldığımız yerden devam edelim, birader.
Ne zamandır ordudasın?” diye soruyorum çocuğa. Ermiş. Ordudaki en sucuk gibi ıslanan er o.
Dört aydır! Dix’ten geçerek geldim ve sonra beni Mayami’ye postaladılar. Hiç Mayami’ye gittin mi?”
Hayır,” yalan söylüyorum. “Güzel mi?”
Güzel mi?” Sağındaki adamı dürtüyor. “Anlatsana, Fergie.”
Ne?” diyor Fergie, ıslak, donmuş ve kirli görünüyor.
Çavuşa Mayami’yi anlatsana. Güzel mi değil mi merak ediyor. Anlat ona.”
Fergie bana bakıyor. “Hiç oraya gitmedin mi, Çavuş?” Seni zavallı, sefil, avanak çavuş.
Hayır. Oralar bayağı güzel galiba?” diye işletiyorum.
Ne şehir ama,” diyor Fergie sakince. “Orada istediğiniz her şey var. Gerçekten eğlenebilirsiniz. Demek istediğim gerçekten eğlenirsiniz yani. Buradaki çukura benzemiyor. Bu çukurda deneseniz bile eğlenemiyorsunuz.”
Otelde kaldık,” diyor Valentine Meydanı’ndan gelen çocuk.
Kaldığımız otel odasının günlüğüne savaştan önce muhtemelen beş-altı dolar öderdiniz. Tek odaya.”
Duşlar,” diyor Fergie, mutlu ve hüzünlü bir hâlde, tıpkı son yıllarındaki Abelard’ın, Heloise’ın durumunu anlatırkenki gibi. “Her zaman bir çocuk gibi temiz paktın. Buradaysa bir odaya dört adam düşüyor ve duşlar da diğer odalarla ortak. Otelde sabun bedavaydı. Her çeşit sabun vardı. Sadece askeriye sabunu değil.”
Hâlâ yaşıyorsun, de mi?” diye bağırıyor kamyonun önündeki şahsiyet Fergie’ye. Yüzünü göremiyorum.
Fergie her şeyden geçmiş. “Duşlar,” diyor yine. “Günde iki-üç kez yıkanıyordum.”
Eskiden oralarda satış yapardım,” diyor kamyonun ortasındaki tip. Karanlıkta yüzünü zar zor seçebiliyorum. “Bana kalırsa Memphis ve Dallas, Dixie’nin en iyi kasabaları. Kışın Miami çok kalabalık oluyor. Adamı çıldırtırdı o kalabalık. Mekânları gitmeye değerdi, ancak oturacak yer bile zor bulurdunuz.”
Biz oradayken kalabalık yoktu, değil mi, Fergie?” diye soruyor Valentine Meydanı’ndan gelen çocuk.
Fergie cevaplamıyor. Bütünüyle tartışmaya dahil olmuyor. Kendini tamamen bize vermiyor.
Memphis ve Dallas’ı seven adam da fark ediyor. Fergie’ye diyor ki, “Alanın burasında eğer duş alabiliyorsam şanslıyım demektir. Alanın batı tarafındaki yeni mıntıkadanım. Duşlar daha yapılmadı.”
Fergie’nin ilgisini çekmiyor. Kıyaslamak uygun değil. Kıyaslamak, söyleyebilirim ve söyleyeceğim, boktan, canım.
Kamyonun önünden dinamik ve su götürmez bir gözlem geliyor: “Bu gece uçmak yok! Harbiyeliler uçmayacak bu gece, tamam mı. Gece uçuşu olmayan sekizinci gün.”
Fergie miniminnacık bir enerji kırıntısıyla yukarı bakıp, “Buraya geldiğimden beri doğru düzgün uçak görmedim,” diyor. “Karım kafayı üşüttüğümü düşünüyor. Hava Kuvvetleri’nden ayrılmam gerektiğini yazıyor. Beni B-17’deyim sanıyor. Clark Gable hakkında okuyor ve beni topçu birliğinde ya da bombardıman uçağında falanım zannediyor. Ona tek işimin ıvır zıvır boşaltmak olduğunu söyleyecek cesaretim yok.”
Ne ıvır zıvırı?” diyor Memphis ve Dallas, ilgiyle.
Herhangi ıvır zıvır. Doldurulması gereken ıvır zıvırlar.” Fergie  bir dakikalığına Mayami’yi unutup Memphis ve Dallas’a soğuk bir bakış atıyor.
Haa,” diyor Memphis ve Dallas, ama o devam edemeden Fergie bana dönüyor. “Mayami’deki duşları görmelisin Çavuş. Şakasız bak. Bir daha asla kendi küvetinde yıkanmak istemeyeceksin.” Fergie başını çeviriyor, bana kalırsa ilgisini yitiriyor, ki tamamen anlaşılır bir hareket.
Memphis ve Dallas kaygıyla öne eğilip Fergie’ye bakıyor, “Sana araba ayarlayabilirim,” diyor Fergie. “Sevkiyat’ta çalışıyorum. Hep teğmenler var, ayda bir ülkeyi boydan boya geçiyorlar ve bazen arabanın arkasında yolcu bile olmuyor. Çoğu zaman ordayım. Maxwell Alanı. Her yere gidiyorlar.” Fergie’ye onu bir şeyle suçluyormuş gibi parmağını doğrultuyor. “Dinle, eğer olur da gidesin gelirse, beni ara. Sevkiyat’ı ara ve beni sor. Porter adını ver.”
Fergie duygusuz ama ilgili görünüyor. “Olur, Porter’ı sorayım, ha? Onbaşı mı diyeyim?”
Er,” diyor Porter, kısaca, biraz kasarak.
Millet,” diyor Valentine Meydanı’ndan gelen çocuk, kafamdan arkaya doğru, insan dolu karanlığa bakarak. “Nasıl yağdığına bakın!”
Kardeşim nerede? Hani kardeşim Holden? Nedir bu kayıp zırvası? İnanmıyorum. Anlamıyorum. İnanmıyorum. Amerika Birleşik Devletleri tam bir yalancı. Devlet, bana ve aileme yalan söylüyor.
Hayatımda böyle deli saçması şey duymadım, yalan atıyorlar.
Niye Avrupa’daki savaştan döndüğünde tek bir çiziği bile yoktu, geçen yaz Pasifik’e gitmeden önce hepimiz gördük onu, gayet iyi görünüyordu. Kayıp.
Kayıp, kayıp, kayıp. Yalan! Beni kandırıyorlar. Daha önce hiç kaybolmamıştı. O, dünyanın en az kaybolan çocuklardan biri. O burada kamyonun içinde; New York’taki evimizde; Pentey Yatılı Okulu’nda (“Oğlanı yollayın, adam edelim. Tüm binalarımız modern,  yangına dayanıklı.”); evet, Pentey’de, okulu bırakmadı; ve Cape Cod’da, verandada oturuyor, tırnaklarını yiyor; ve benimle tenis oynuyor, filenin oradan, başlama çizgisinden geride durayım diye bana bağırıyor. Kayıpmış! Bu kayıp sayılır mı? Ne diye bu kadar önemli bir konuda yalan söylerler? Devlet böyle bir şeyi nasıl yapar? Bize böyle yalanlar söyleyerek ne elde etmeye çalışıyorlar?
Hey, Çavuş!” diye bağırıyor kamyonun önündeki şahsiyet. “Artık yola koyulalım! Kadınlar bekler!”
Kadınlar nasıl, Çavuş? Güzeller mi?”
Bu akşamki olay nedir gerçekten bilemiyorum,” diyorum. “Genellikle çoğu güzel, hoş kızlar oluyorlar.” Bu diğer bir deyişle şu demek oluyor, genellikle çoğu öyle oluyor. Herkes fazla, çok fazla zorluyor. Herkes var gücüyle deniyor. Kızlar size nereden geldiğinizi soruyorlar ve siz de onlara söylüyorsunuz ve onlar da sonuna ünlem işareti koyarak şehrin adını tekrar ediyorlar. Sonra size Amerika Birleşik Devletleri Ordusu binbaşısı Douglas Smith hakkında şeyler anlatıyorlar. Doug, New York’ta yaşıyor, onu tanıyor musun? Öyle olduğuna inanmıyorsunuz ve ona New York’un ne kadar büyük bir yer olduğunu söylüyorsunuz. Sırf Helen’in bir askerle evlenmesini ve yaklaşık bir veya altı yıl kadar beklemesini istemediniz diye, Douglas Smith’i tanıyan ve Lloyd C. Douglas’ın tüm yazdıklarını okumuş bu yabancı kızla dansa gidiyorsunuz. İkiniz dans ederken orkestra da çalmaya devam ediyor, sizse müzik ve dans hariç dünyadaki her şey hakkında düşünüyorsunuz. Kız kardeşiniz Phoebe köpeğinizi düzenli olarak yürüyüşe çıkarıyor mu diye merak ediyorsunuz. Acaba Joey’i tasmasından çekmemesi gerektiğini hatırlar mı – çocuk bir gün gebertecek hayvanı.
Hayatımda böyle yağmur görmedim,” diyor Valentine Meydanı’ndan gelen çocuk. “Sen hiç böylesini gördün mü, Fergie?”
Neyi gördüm mü?”
Böyle yağmuru.”
Yoo.”
Artık yola koyulalım! Kadınlar bekler!” Yaygaracı adam öne eğiliyor ve yüzünü görüyorum. O da kamyondaki diğer herkese benziyor. Hepimiz birbirimize benziyoruz.
Teğmen nasıl biri Çavuş?” Bronx yakınından gelen çocuktu.
Hakikaten bilmiyorum,” diyorum. “Birkaç gün önce Field’e gitmiş. Askerden önce oralara yakın bir yerlerde yaşıyormuş diye duydum.”
Bildiğin tatil! Bulunduğun yere yakın yaşamak,” diyor Valentine Meydanı’ndan gelen çocuk. “Mitchel Field’e yakın olsaydım, ah be oğlum. Yarım saate evde olurdum.”
Mitchel Field. Long Island. Peki Washington Limanı’ndaki o cumartesiye ne demeli? Red bana dedi ki,  fuara gelirsen incilerin dökülmez, bayağı güzel. Ben de Phoebe’yi kaptım, o da Minerva diye –canıma okuyan– bir çocukla takılıyormuş, ikisini de arabanın arkasına oturttum ve Holden’ı aramaya çıktım. Bir türlü bulamadım;  o yüzden Phoebe, Minerva ve ben onsuz gittik… Fuarda, Bell Telefon Sergisi’ne bir uğradık, Phoebe’ye bu telefon Elsie Fairfield kitaplarının yazarıyla direkt bağlantı kuruyor dedim. Phoebe de kendine has titremesiyle telefonu aldı ve zangırdayarak, Merhaba, ben Phoebe Caulfield, Dünya Fuarı’ndan bir çocuk. Kitaplarınızı okudum ve ara sıra aşırı mükemmel olduklarını düşünüyorum. Annem ve babam Great Neck’teki Death Takes a Holiday müzikalinde oynuyorlar. Sürekli yüzmeye gidiyoruz, ama Cap Cod’daki okyanus daha güzel. Hoşça kalın!.. Sonra binadan çıktık ve Holden oradaydı, Hart ve Sırık Morris’le beraber. Üstünde benim polo tişörtümle, ceketsiz. Yanımıza gelip Phoebe’den imza istedi ve o da karnına vurdu, onu gördüğüne sevinmişti, ağabeyi olduğu için mutluydu. Sonra bana dönüp, bu eğitici ıvır zıvırlardan uzaklaşalım, dedi. Haydi araba gezisine falan çıkalım! Bu saçmalığa daha fazla dayanamayacağım…Ve şimdi gelmişler onun kaybolduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Kayıp. Kim kaybolmuş? O değil. Dünya Fuarı’nda o. Onu nerede bulacağımı biliyorum. Nerede olduğunu bal gibi de biliyorum.  Phoebe de biliyor. Dakikasında bulabilir onu. Nedir bu kayıp, kayıp, kayıp saçmalığı?
Sizin evden 42. Sokak’a gitmek ne kadar sürüyor?” Fergie, Valentine Meydanı’ndan gelen çocuğa soruyor.
Valentine Meydanı, biraz heyecanla bunun üzerine düşünüyor. “Bizim evden,” diye başlıyor anlatmaya duyguyla, “metroyla Paramount Tiyatro’su tam tamına kırk dört dakika sürüyor. Aynı konuda yengenizle iddiaya tutuşup neredeyse iki papel kazanmıştım. Gerçi almayı istemediydim ama.”
Memphis ve Dallas’ı Miami’den daha çok seven adam konuşmaya başlıyor: “Umarım bu akşamki kızlar çok çıtır değillerdir. Çocuk gibi olanları kastediyorum. Öyle çıtırlar beni amca olarak görüyorlar.”
Çok terlememeye çalışacağım,” diyor Fergie. “Bu ordu dansları feci sıcak oluyor. Çok terlerseniz kadınlar sizi beğenmiyor. Karım bile çok terleyince beni beğenmiyor. Onlar terlerse sorun yok gerçi – o farklı!.. Kadınlar. Adamı çıldırtırlar.”
Muazzam bir şimşek çakıyor. Hepimiz sıçrıyoruz, neredeyse kamyondan düşüyorum. Emniyet kemerinden ayrılıyorum, Valentine Meydanı’ndan gelen çocuk bana yer açsın diye Fergie’yi sıkıştırıyor… Kamyonun önünden bir ses ağır çekimde konuşuyor:
Atlanta’ya gitmeyeniniz var mı?”
Herkes daha fazla şimşek bekliyor. Cevaplıyorum. “Evet,” diyorum.
Atlanta güzel bir şehir.”
Özel Servis’ten gelecek olan teğmen aniden peyda oluyor, sırılsıklam, kafasını kamyondan içeri sokuyor. Adamlardan dördü kalmalı. Siperlikli şapkasını muşambayla örtmüş: Tek boynuzlu at mesanesi gibi duruyor. Suratı bile ıslak. Minyon, genç bir yüz bu, henüz kendisine devlet tarafından verilen yeni göreve tamamen kendini adamamış gibi. Yağmurluğumun (tüm mektuplarımla beraber) olması gereken yerde armamı görüyor.
Sorumlu sensin ha Çavuş?”
Vay. Dans için eşlerinizi seçin.
Evet, efendim.”
Kaç adam var içerde?”
”İyisi mi tekrardan sayayım, efendim.” Arkama dönüyorum ve “Kibriti olan yaksın, kafaları sayayım,” diyorum. Dördü eş zamanlı olarak kibritlerini yakabiliyor. Kafaları sayıyormuş gibi yapıyorum. “Ben de dahil otuz dört, efendim,” diyorum en sonunda.
Yağmurda duran genç teğmen kafasını sallıyor. “Çok fazla,” diye bilgilendiriyor beni, bense aptala yatıyorum. “Odalara gidip kendim duyurdum,” diye açıklamada bulunuyor yararıma, “ve açıkça, her taburdan sadece beş kişi gidecek emrini verdim.” (Olayı yeni idrak ediyormuşum gibi yapıyorum. Dördünün topuğuna sıkalım diye öneride bulunabilirim. İnsan öldürmüş bu adamlara kim dansa gitmek istiyor diye de sorabiliriz.) Teğmen bana, “Bayan Jackson’ı tanıyon mu Çavuş?” diye soruyor.
Kim olduğunu biliyorum,” diyorum sigarasından daha tek fırt çekememiş bir adam gibi.
Şey, Bayan Jackson bu sabah beni aradı ve tam tamına otuz adam dedi. Korkarım, dört adamdan bölgelerine dönmelerini rica edeceğiz, Çavuş.” Benden öteye, taa kamyonun derinliklerine bakarak, ıslak karanlıkla arasında bir tarafsızlık kuruyor. “Artık nasıl halledersin umurum değil.”
Adamlara bakıyorum. “Hangileriniz bu dans için adını yazdırmadı?”
Bana bakma,” diyor Valentine Meydanı. “Ben yazdırdım.”
Kim yazdırmadı?” diyorum. “Hangileriniz birinden duyarak, kafasına göre geldi?” Çok da tın Çavuş. Devam et.
Kısa kes Aydın havası olsun,” diyor teğmen, kafasından kamyona su damlatarak.
Hadi ama, kim adını yazdırmadı?” Haydi ama, kim adını yazdırmadı. Hayatımda bu kadar iğrenç bir soru duymadım.
Kahretsin, hepimiz yazdırdık, Çavuş,” diyor Valentine Meydanı. “Olay şu ki, benim taburdan yedi kişi falan yazdırdı.”
Anlaşıldı, saksıyı çalıştıracağım. Filinta gibi bir öneride bulunacağım.
Kim onun yerine alanda filme gitmek ister?”
Cevap yok.
Cevap.
Porter (Memphis-Dallas) sessizce kalkıyor ve asilce dışarı çıkıyor. Diğerleri o geçsin diye ayaklarını çekiyor. Ben de kenara çekiliyorum. Porter geçerken, hiçbirimiz ona ne denli büyük bir insan olduğunu söylemiyor.
Bir cevap daha: “Ben kalıyorum,” diyor Fergie, kalkıyor. “Ki evli barklı adamlar bu gece mektup yazabilsin.” Hemen kamyondan atlıyor.
Bekliyorum. Hepimiz bekliyoruz. Başka kimse öne çıkmıyor. “İki kişi daha,” diye vıraklıyorum.
Onları oyalayacağım. Onları oyalayacağım çünkü onlardan iğreniyorum. Dayanılmaz derecede ahmaklık ediyorlar. Bunların nesi var? Dansta harika zaman geçireceklerini falan mı düşünüyorlar? Hoş trompet sesinin nakaratla uyumunu dinleyeceklerini falan mı? Dertleri ne bu aptalların? Benim derdim ne? Neden hepsinin kalmasını istiyorum? Neden bir bakıma tek başıma gitmek istiyorum? Bir bakıma! Ne ironi ama. Gitmek için can atıyorsun, Cauldfield!
Anlaşıldı,” diyorum soğuk bir sesle. “Sol tarafta, en sondaki iki adam. Dışarı çıkın. Kim olduğunuzu bilmiyorum. ” Kim olduğunuzu bilmiyorum. Helal!
Yola koyulalım diye bana bağırıp duran yaygaracı adam dışarıya çıkıyor. Orada oturduğunu unutmuşum. Ama garip bir şekilde fırtınada kayboluyor. Onu tereddütle, nispeten daha ufak bir adam takip ediyor, kibrit çakanlardan biri.
Kafasına büyük gelen kaskı öne düşüyor, topallıyor ve ıslak, gözleri teğmende, emre uyarak yağmurun içinde bekliyor. Çok genç, muhtemelen on sekiz ama öyle bezmiş bir hali yok. Çocuğa bakıyorum, teğmen de dönüp çocuğa bakıyor.
Listede vardım. Eleman listeyi asınca adımı yazdırmıştım. Listeyi asar asmaz.”
Üzgünüm asker,” diyor teğmen,. “Hazır mıyız, Çavuş?”
Ostrander’a sorabilirsiniz,” diyor çocuk teğmene ve kafasını kamyona sokuyor. “Hey, Ostrander! Listeye adını yazdıran ilk ben değil miydim?”
Yağmur hiç yağmadığı kadar şiddetli yağıyor.  Dansa gitmek isteyen çocuk sucuğa dönüyor. Elimi uzatıp yağmurluğunun kapüşonunu yukarı çekiyorum.
Listede ilk ben yok muyum?” diye bağırıyor çocuk Ostrander’a.
Ne listesi?” diyor Ostrander.
Dansa gitmek isteyenlerin yazılı olduğu liste!” bağırıyor çocuk.
Ha,” diyor Ostrander. “Ne olmuş? Ben listedeyim.”
Ulan Ostrander, seni sinsi yavşak!
Listede yazılı olan ilk ben değil miyim?” diyor çocuk, sesi titreyerek.
Bilmiyorum,” diyor Ostrander. “Ben nerden bileyim?”
Çocuk çılgın gibi teğmene dönüyor.
Adını yazan ilk bendim efendim. Valla. Taburumuzdaki bu eleman –bu yabancı adam, eğer odaların sırasına göreyse– listeyi astı ve ben de hemen adımı yazdım. İlk ben.”
Teğmen, su damlatarak: “Atla. Gir kamyona, çocuk.”
Çocuk geri kamyona çıkıyor ve adamlar çabucak ona yer açıyorlar. Teğmen bana dönüp soruyor: “Çavuş, buralarda nerden telefon bulabilirim?”
Şey, Bilgi Ofisi’nden efendim. Size gösteririm.”
Kırmızı çamur nehirlerini geçip Bilgi Ofisi’ne vardık.
Anne?” diyor teğmen ahizeye doğru. “Buddy. Ben iyiyim. Evet, anne. Evet anne. Deniyorum. Belki pazar günü söz verdikleri gibi izin alabilirim. Anne, Sarah Jane evde mi? Şey, biraz onla da konuşsam olur mu? Evet, anne. Gelebilirsem, geleceğim. Belki pazar günü.”
Teğmen tekrar konuşuyor.
Sarah Jane? İyi, güzel. Deniyorum. Anneme belki Pazar günü iznim olur dedim.
Dinle Sarah Jane. Bu akşam randevun var mı? Tabii, hoş değil. Hiç hoş değil.
Dinle Sarah Jane. Araba ne durumda? Şeyini tamir ettirdin mi? Tamamdır, güzel; Tamponuyla beraber fazla tutmamıştır.” Teğmenin sesi değişiyor. İlgisizleşiyor. “Sarah Jane, dinle. Bu akşam arabayla Bayan Jackson’ın Yeri’ne gelmeni istiyorum. Durum şu: Burda Bayan Jackson’ın düzenlediği partilerden biri için bekleyen çocuklar var. Bilirsin? Sana demek istediğim şu: fazladan bir çocuk var. Evet. Evet. Evet. Onu ben de biliyorum, Sarah Jane; biliyorum; yağmur yağıyor. Evet. Evet.” Teğmenin sesi aniden kendinden son derece emin ve sert bir hâl alıyor. Ahizeye doğru, “Sana sormuyom, kızım. Sana söylüyom. Şimdi senden istediğim, çabucak Bayan Jackson Yerin’ne sürmen? Beni enterese etmez. Tamam, anlaştık. Sonra görüşürüz.” Telefonu kapatıyor. İliklerimize kadar ıslanmışız, yalnızlığın ilikleri, sessizliğin ilikleri, ağır aksak kamyona dönüyoruz.
Neredesin Holden? Şu kayıp olayına aldırma sen. Oyun oynamayı bırak. Çık ortaya. Bir yerlerden çık. Duyuyor musun beni? Sırf her şeyi hatırlıyorum diye. Güzel olan hiçbir şeyi unutmuyorum, olay bu. O yüzden dinle, birini bul, bir memuru veya ordudan birini, ve onlara buradayım de. Kaybolmadım, ölmedim. Buradayım.
Taşak geçmeyi bırak. İnsanların seni kayıp sanmalarına izin verme. Sahilde benim kıyafetimi giyme. Sahada, servisleri benim tarafıma doğru kullanma. Otur oturduğun yerde!
BD’de, daha çok hava kuvvetlerinin söylediği bir ordu şarkısı.
** Burada, herkesin, çiflerle oynanan, hareketli ve yerel bir dans olan “Virginia Reel” için dans partneri seçmelerini istiyor.
1945

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder