28 Ocak 2017 Cumartesi

bien habille

ı.

hiç mi yurdun yoktu ki sınırları hep sen tuttun
düşmana hor gözle bakmadın kovmadın yağmacıları
incinmedin incinmeyi hak bilenlerin arasında
gözüne yaygılar çekmedin: körlük, karakış, kumpanya

gümrük afetlerinin bütün bönlükleriyle çöktüğü yakın
yazları adlandırmak için kahrını tescillemen gerekti
püripak olimposlular yadlarını turistlere kaptırdılar
salon turnuvalarına sevdiğimiz reklamların havlularıyla indik
bu sene olimpiyatlar kanlı geçiyor gibi yarasını bir geyik
çiçekler yetişmedi şifaya, atıflar tutmadı hiç, telefonlar açılmadı
dört nala benekli atlar koştururcasına mr.spotnik
yanında tuttuğu vekilini havzanın samurayıyla yarıladı
elsa’nın gözleri ilk dikkatte, mücevherli dikağzı çiçeklerini
berlin zırhı eldiveniyle kapamıştı hücrelerarası localara
conrad’ın bir yüreği önünde, aragon deringören sözel ışıltı
gece alınan kokuların saşkınca yurtları, sevgili patırtılarında görülür
öpülmemiş yarasından çiğdemler dolusu urdular, dumanlı rampalar
örülürdü o gece yangınların dolunayı açmasa, zarif ellerin oluşmasa
lisede olağanüstü yazları, kapalı-sıkıcı-berbat günler olarak hatırlamak
olmasa, şalter atmakta zenci, gül yakmakta iki pis somuncu dübel
sevgililerin sevmesi öldürülmüştü, içinde bir canlı soluyordu harb şuracıkta
başına gerdiğin yaygıyı çıkarıp çocuklarını koruduğundan beri
güzel düşünülmüş hırkalar temin edildi kanserimize karaborsadan
kerebiç satan mersinlere dindik, dindirilmedik sümer sebillerine
yemenimizde haritaları kıskandıran burçlar açardı bezgin
gün eriyip gece çökünce, cibinlikleri aydınlatan lüks lambalar
yanar dururdu, arada bir harcına sarılıp öpülen kedilerle
aşağı sokaklarda bir ihbar haberiydi yumuşacık devrilmelerin
öldürülme günü gelmemişleri savaşlara gönderen
falların din dindiren ıslıkları olduğuna iliştirilen göz
o yaz bütün aksanıyla televizyonlara yaralı kurtlar gönderdi
doğum günlerini unutmanın cürmü meşut iksiriyle
fransızlar hiç de memnun değildi hayatlarından ve
ruslar taze domates yiyememekten çıldırmak üzereydi
bahçemizde açan çiçeklerde yumru, kesik parmaklar miyop
çocukluğun yakın özlemiydi çimlerde koşturmayı engelleyen
tazıların tatlı karınlarını işaret eden tarz sahibi yazlıkçılar
büyümenin riskini en aza indirerek doluştular sahillere
herkesin dilini kaplayan yosun, göğüs katmanlarını oyalayan ter
yerli yerindeydi. haberler değişmedi, değişmedi hikkate hû çeken münbid
yemin. dize değdikçe parlayan deniz, mogherini’yi teskin eden kin
o yaz da her yaz gibi hatasından gayrı yurt bilmeyenlerin
pişmanlığıyla geçeceği söylendi.

bizse o yaz, henüz üzerimizden atamadan kış yurdunun yorgunluğunu
tadilat için girilen saçma diyaloglarla, ustayı ikna edemedik tavanın aktığına
kahvaltılara kapanmaktan kararmış alınlarla, kıvırcık lahana cephelerinden
eve gelirken haber ver örgütlerinden, kıravatına girilmiş iddialardan
erkeklik yağmuruna sığınarak topluca istifa ettik
kalsiyum ve yağ asidi içeren mutfak bilgilerine doğru çevirdik dikkatimizi,
ve ruslar dindiğinde de dindirilmedik, pasaport açan mavi gözler, çekingen
dört sorunun üçünü atlamış ama çok bilge görünen bir diğeri
neydi orada onaran bitkisini eğilip ardıç ağaçlarının tarihine
bana bunlarla gelme demenin dünyayı yaralayan bilgisini
saygıdeğer görünmekle vatman ağırlığına indiren kuvvet
aşkların asansörlerde öldürüldüğü günlerde, bizi kurtaran kuvvet
o tahta göğsünü yontacak bir cumhur arayışın, bir el bakınman
tuzluğa ulaşamayan parmaklarını okşayacak akşam oturmalarında
sıkılıp sessizce sıyrılmaya bir dudak açman nedendi
nedendi çocukları şeker dağıtacağım bahanesiyle savaşa sürmen
çok bilip çok anlamaktan kaynaklı dirseklerin hep kurulmuş yabana
fakat hazin, bu güvensizliğin bir fasih türkçesi yok
dilinde tüy bitenler kabilesinden, aşka cephe açan şehirliler arasında
iki denizin kilidini açacak bir çelebi beklendi durdu
oğulcukların sığındığı canhisarı,
mutluluk odalarının kanıtı olan antoryum
dünyanın pencereleri işaret ettiği günlerde, üzgün
orda olsan ne olurdu.

ıı.

yaz bitmedi ve biz -ayrışmanın şiddetiyle- tahlilleri bekledik
sonuç odaklı yaklaşımlarımız mahler’i şeflikten çıkarmaya yetmedi
marlene dietrich’in yaşama sarılamayan uzuvları, posta direklerinin köpürmesiyle
radyolara doğru sevecenlikler ürettiğimiz büyük şarkıları eskitmedi
o yürek burkan sahilleri alkış toplayıcı tövbekesicilere bağışlamamız
doktor odasında mahsur kalan bir çift menekşenin hatrına bağışlamamız
vaziyet alışımız hatırlanmaz; mültecileri koruyuşumuz bilinmez
dokunulmaz sela verilişimiz, yüzümüz düşerken karnemizdeki kırıklardan
kimimiz sınav sonuçlarını bekledi, kimimiz aldırmadı boyunduruğa
-düşmanlarımızı tanıyorduk; bizi şımartmayı kesen kimse onunla hemşehri
dilimize portakal tadı bırakan her kimse onunla hısım oluyorduk nasılsa
hayal kırıklıkları bahçemize konan kuşları besliyordu
asla vücuda gelmemiş olayların geri tepecek rayihası olmadığı
kerpetenleri dişlediğimizdeki cilanın dul bir ağzı olmasından anlaşılıyordu-
ama içimizde telaşından uçlanan tarım köylerine doğru kalbur göçün
buğdayları ve kökleri, eliçabuk varillere yüklendi yüklenecek
hiçbir ayrıntıda düşmanların strasser hizbinden aşağı yanı yok diyerek
sinekkuşu ve politik gücün bütün makyaj redifleri gestapo’da harçvekil
benzemesin derdik devlete gelen millete de gelmiştir, zeval vermesin
Allah zeval vermesin benzemedik biz yüzümüzü sakındığımız korulukta
ne alman ne rus ne şarapsız izi keçinin, tırmalayan şahin falluslarını
ne iskandinav ne conan ne merker ne keynes ne smith 
kim biçiyorsa çimenleri, kim akşam yemeğine çağrıldığı halde
bahaneler üretiyorsa yatıya da kalmak için
Allah zeval vermesin.

ve biz iyilikle hükmetmenin lacivert yumuşaklığını topladık, çürüksüzdü ekinler
yüzümüz aktı, birinin zangırdadığı olmuyor muydu, olsa ne yazar
ilk kavgada elimize geçen bütün ipuçlarını duvara fırlattık
biri çıksaydı sonuçların karıştırıldığını arkamızdan seslenerek
bizi tekrar davet etseydi doktorun odasına ve tevazuyla bu inceliğin
uç uca eklendiğinde değiştirilmez ölümlere yol açtığını fısıldasaydı
geri döner en başa, halep’e ve istanbul’a, nişabur ve üsküdar’a
malatya’lı abdoya’ya, leskofçalı’ya, horasan’a ve bayındır han’a
hangi sakalar hangi göklerden toplanıp kurtarılmışsa
en kümülatif yazlardan en haylaz çocukların boynuna gerilen celep
cami önlerinde alkışlanan merhamet, dikkatinden sivil kumruları kanatmadıysa
gündüzlerimizi bağlayan saksılar, bulutları çekilen gökyüzü
geceleri yıldızları koynumuza getiren hırıltı,
temmuzu sonlara itekleyen nedenlere bağlar,
bürümcenin mağaraya gerildiği ilk gün,
gömlekler içinde bulut,
karşılardık hayatı.

III.

ama yok işte, martılar nafile bir uçuşla göğün karşısında üzgün
ben üzgün, sen çocukluğunun kara önlüklerini işliyorsun dallarına, üzgün
geçmiş kışlar tayfının bürülcek yağmasına inanıyorsun, üzgün
irtifa ve istifa sesleri arasında bir hayattan çok elmalar dilimlemiş
çok hazırlıksız yakalanmış, yarısı boş bir bavul, çimen lekesi
tahlil sonuçları, sınav sonuçları, çıktılar, misafirler, yere kanat gerenler
arasında kendini koymuşsun gibi nesdane çiğlikler bulmaya kirlisin
dünyanın yarısında ağlaşırken sessizlikten, yarısında hinlikanasının düğmeleri
yarısına kadar açık, göğsü sevilmesini sağlayacak teoriler üretmekle mülhem
evleri tutmuştuk ama bahçelerden girdi bu kez düşman, kubbe çarklarını meltek
sanacak görüngürüyü dilin deliliğe ulusçu kantinlerinden öğrendi
olan olmuştu, olmuştu olacak olan da
erkeklik surları çatlamıştı bir kez, icra edilmesi olanaksız tayflar yüzünde nakış
kadınlarla kuş üzümlerini serptik mutfak azalarımızı kemirirken
marketten eksik alınmış bir listenin sonucu, nakaratı düşmüş bir listenin
oturduk buna ağladık çoluk çocuk, üzgün
parçalanmış ama paylaşılmamış
ısırılmış ama koparılmamış
sündürülmüş ama kaynaştırılmamış
öpülmüş ama doğurulmamış
öğretilmiş, özenilmiş, koynu doldurmuş ama unutulmamış
sevilmiş ama bahsi açıldığında yüzden yana kırmızılıklar ayrıştıran bir göz
arkada bronz bir masa lambası, mor-siyah perdeler, duvarları inceltmiş nem
kendi kendinin fotoğrafı kalarak yansımış dünyaya
-gök müydü bilmem ona bu bilindik gözleri veren gam-
yoksa ben eve döndüğümde beni karşılaması bir kurgudan mı ibaretti
üstümüzdeki çatının bize bir dünya sarayı oluşu ve yoksulluğa razı oluşumuz
beraber büyümenin yanında, ellerimizin aynı bardağa uzanışı
perdelerin iki kat olması mesela, numalarımızın son hanelerinin benzeşmesi
ve başladıkça biterek, bittikçe özenerek kızılırmak gören bir pencereye
sanki dünyada göğsü kabararak nefes alan ilk kendisi
mıhlanmayı icat eden, diktatörce ölmeyi, kunduracılar gibi prensip sahibi
görünmeyi, ilk bulan kendisi gibi, çocuklara harçlık dağıtan elin sahibi ilk kendisi
bana ellerinin yaşatmaya da yaradığını anlatıyordu, ben inanırım
çünkü karanlık artıyor. migren, atarax, soğuk duş, balta limanı
yükseklerde soluk almama yarayacak bazı sesler, klişeler
sağlıyor bana, onu nasıl bırakayım.

ıv.

onu nasıl bırakayım ey yaz
içimin gökleri şenlenir onunla
yer bulamam ellerimi sığdıracak, ceplerim boncuklarla doludur
dünyanın özünü doğru kavrayamayışımın önünde gözleri durur
bakıp çıkamam sürülmemiş tarlaların hükümdarlığı, feodal göz hastalıkları
gözlemcilerin alnındaki taraktan kırmızı kiremitler sökülünce
hiç çıkma derim gücün yetiyorsa sokaklar kan izleriyle büyüyordur
büyük burunlu kavimlerin buyruğunda moğol öldüren erken kışları
şu törenlere heyecan veren aklınla
hiç anlamasan da olur
islamlaşmış gülebilmenin yakın çağlara ait türkçesi
ölümün erken surlarını koruyan kanun-ı kadim
soframıza kafkasyalı kölelerle gelir oturur
onu nasıl bırakayım
her akşam sofrasında afgan konuklar
ağırlığınca ticaretin helal sürmüş yokuşlarına, dizi dibinde osmancıklar
yeni günün emperyal sırtları, yalnızca karlofçalar bahşetmiyor
lale devrini bahçesinde, halifesini küstürmüş sümbüllerle sürdürüyor
demirperde olmaklığın çoktan zedelenmiş, bütün kapıların beyaz
bir sen taşıyorsun sırtında deniz yerlilerinin barbaros yükünü
içimden sana atlaslar açmak geliyor, sana tohumlar saçmak, sana üzgün
binbir duanın içince sandıklar yerine çocuklar neşeden çoğu metruk
belki kalbin, kutsal güneşleri tansız yerlerden gelen kilimleri özlüyor
eve çağırdıklarını çengelli dizelere asacak bir konu sıkılganı, taşı tanık safrada
taksitleri bir türlü bitirilememiş buzdolabında, şalgam şisesinin hemen yanında
donduruculuk konuşmalarının hemen ortasında, batı ağzını yayan kutuların altında
kamaşmakta meşrutiyet kazanmanın çıngılları, sultanlığını terkediyor
kapalı otoparkın çıkışında kırmızı bir sedanla, üzerime doğru inen bir geyik
-geçmişte şarkılarımı iri göğüsleriyle karşılar ve uzanırdı yaz aylarında yanıma
sırtında bir şezlong taşır ve erken rezervasyonların bilgeliği ile bakışırdı- gibi
bir geyik, dönmek için acele ettiğimde obalar caddesine doğru
başım üstünde bütün konar göçerlere uygun azap kuşları dalgalanıyor
korkundan korkutulmamış ayların güzel göklere boncuk dağıtan kanatlarıyla
korkundan bürümüş gözlerim, üzgün
sessizkardeşler tepesinden vagonları görüşüm, üzgün
üzgünlüğün kaynağında suflör yaygısına kavuşan heves
somunları kanıtlarken hayata tutunan diş perisi
ölmez canavar otları, üzgün çarşıların mankurtları
sevmek kelimesini kalbe indiren ordular
frenk akasyalar, vesvese kırallıkları, başaşağı mecazlar
üzgün.

v.

bir akşam sofrasının kilidi açıldı
tahsis edildi güzel kanyonlar haklı devrilmelere
festivallere yetiştirdiğimiz kuru üzümler
civarda bilinirliliğimizi onaylayan her yaşa uygun kerpetenlerle
sevişmek dediler bak gençliklerine ne güzel yakışıyor
dayımların sonradan apartmana giden evlerinde,
soylu kalkanlar tarandı her gövdeye uygun
kitaplıklar bohem kuruntulara uygun hale getirildi bir nefeste
-ateşli silahların halk arasında meşru olduğu yıllar-
süvarileri ıslah etmeye zorlayacak belgeler sürüldü çarşaflara
puşt ahali merdivenlere oturmuş şeytanın ayak bileğini çatlatırken
numaralı biletine vuran kuş amorti
amors müezzinlerin seslerine kurdukları makam
kanın hangi vücuttan çıktığını onaylayan
pratisyen hekimler evlerinden alındı, götürüldü
-çocukları uykuda bir asansörü tırpanlıyordu oysa o aralıkta-
taklavalar döndürüldükleri ortodokslukta mahrem casusluklara yol açtığında
huguenot’ların itliklerine tahrir yazan müteferrikalardan haklı çıkarılanlar
sümerlerden kalma vişnecinin önünde kılıçlarını sonsuza kadar kınlarının kılarak
sandıklara gömdüler evrakı metrukenin dulluk yakışan alnını
kimsenin sesi çıkmadı oysa büyük ovalarda, geniş düzlüklerde,
hınca hınç stadlarda gerilim yaratmakta hüner sahibi halk
bütün kavgaların tamamlayıcısı ve toprak kendine düşmediğinde
başlarken ve bitirirken orada olduğu halde
babasını bile tanımayan yerliliğin etüd öldüren karnı
çocukları boğulduğunda serin sulak safiyelerde,
düşmanın sırtını çırılçıplak gördüğünde bile
hiç oralı olmadı.

bense ilk anonsu işittiğimde elimdeki ekmeği yarım bıraktım
bir işe yaramak istiyorsam gözlerimi yanına aldırmalıydım
sela verildi mi vakit girdi mi senin umurun boşa çalar böyle şeylerden
az da olsa inansaydın keşke, bütün takvimlerin o güne eriştiğine
gürültün sokakları boşaltmaya yetecek miydi, şakınlığın galebe
telefonlarıma çıkmadın, mesajlarıma dönmedin
aklına gelmedim zor ve kolay zamanlarda bir kereliğine
karnımı yardığımda kelimelerle
açığa çıktığında parti fontlarına bacak gösteren hakikat
macar olmuş sevimlilik saatleri, necatların fidye sömürdüğü efendiler
kalvinist olmayıp devletlü doğan hacegan
teslise inanmayan pound kurmayları
aklımı çelen haydutla beraber
doluşurken mevsimlerin hırgürüne
bu kez plan tutmadı, geçit vermedi tahkikat
ve sivrilen olmuşedilmiş cennetini gövdesine kale bilip
kadınların kokladıklarını kendilerin bilmesi gibi bir aralık
halk gecenin de bir sahibi var ve kuşlar
bildirir konmanın zarefetini diyerek atılınca rüzgarın önüne
tökezledi makadam, kamu eridi
her şey birdenbire nasıl da değişiverdi.

vı.

bütün eşyası nazır göğü altında incitmenin
-yan ki direkler çatırdasın acısından-
evinizin önü sultanlıklar, yatıya kalmalar, intikam hafızaları
sanırdım ki ben bilinmez bir adaysam, beni bulacak yurtsuzluğun
eski sümer sinemasının arkasındaki sokakta
arkadaşlarını çağırıp dindirmek için çağcıl müzikler doğrulduğun eyvah
bu yüzden komşularla kurduğun bağlantı sıfırlanacak
dilini kopardığın kavşakta düşmanların toplanmış
sevimli cazlar öldürüyor birlikteliği, ilik hastalıklarının beyanı olarak
bisan marka bisikletin üzerinde kayıtsız kalarak schiller’in kahrıyla sonlanan
9 nolu kumpas değil, ekmekleri yavan, menekşeleri üzgün bırakan
nesil kastından öldürülen boynu eğri oğlancıklar değil,
sesinde serinleyen besmelenin peygamberleri yetişsin üzgünlüğün odalarına
miğferim düşsün, terim uğuldasın mutsuzluktan, alnım bayraklarda çakılı bezgin
harb bitmesin, kimse gitmesin, tangırdamasın kulağımıza çektiğimiz müzik
insan aklında çakılı rumba ras, dünya taşınmazları: kınına kırk yama kuran kama
Allah diyerek üzgün bir yüzle üzgün üzgün üzgün
yok şurda bir canavar gelip yutacak cinayetten arda kalanı
yok şurda bir ayak aksayacak buluşma saatini şaşırmaktan
erguvan ağacının altı netameli yer
deneyip diktatörlüğü vazgeçmedi heidegger.

şiirin üleştirmediği diktatör mü olurmuş; işte buna inanmam
ben kompozitör sekmelerini danca bilen kırallıklara yaslardım
neruda’nın güvercinleri dallarda iri, kırmızı elmalar açarak uçarlardı
almanlar hakkındaki olanaksız bilgime rağmen fichte’nin uzaktan hısmı
sayılır ve hiçbir yahudi kapalıçarşıları sakalsız bırakmaz sanırdım
niyetimin kime karşı olduğunu bilseler
anlamış olsalar tabir olunarak büyüyen bu almanak
evimden sokağa dahi elimi kolumu sallayarak
eminim çıkamazdım.

düşmanlarım herşeyi çarpıtmakla meşhur
kıyıyı gölle, şehri çarşıyla, karakolları meşrubatla
oysa küfrün yurdu olmaz, çiğdemleri olmaz, tülbent üretmez küfür
dağlara doğru koşması olmaz, kabir çiçekleri yetiştirmez, çınar gölgelikleri
güvenlik şeritleri üretir, kanlı göz hastalıkları, ara bulucu sözcükler
bayrağa sarılmanın hıncını ve üzgünlüğünü dul bir kadına bahşiş uzatmanın
voleybol turnuvalarını, korkunun sahillerini, depresyon takvimlerini
ruhlarımıza yönelen hayvansı bir hoşgörüyle dindirir
ama yaz geldi işte değişti hayata kasdetmenin sözlükteki yeri
anlamı değil dikkat edin, artık bu cinayet
özgürlük ve iştirak kelimelerinin arasında yatıyor
bazı bazı günler onu kanal boyunda bir duldada öpselerdi
bir yarım annenin gözlerine sığardı gözleri
düşünmekten emekliye sevkedilmiş bir babanın gözlerine sığardı
o kadar canın üzre yine de bir devlet kelimesi
ama bu gerçekten bir gerçeğin gözlerine inememekten
daha büyük bir hızla uzaklaşılıyor şimdi.

vıı.

nil’in nilüferle anlaşılması hakikattır
yaslanılan her duvardan bir mukavemet beklemek
nezle kışlarına uygun tehditkâr cümleler bulundurmak
kunduraların tökezleyen yerlerini ertelemek başka seminerlere
her sabah aynı saatte uyanmanın acısı, yağıyoğdurulmuş oğlancıklar
gönündegülün dikensiz kız çocukları arasında ayakları miğfer
yere sağlam basmak utancından tekyaşıl kızılavratotları
kursağın adem’den kalan kastını, elmanın utancını,
bilmek hakikattır.

hurdalığa indiğinde seni karşılayan sesin ilk sahibi
tanıdık çıktığında yüzünün nesnesini görmeli herkes
alnındaki ışığı beyhude partalıyorsun çünkü hepsi tavana çakılı
vantilatörün gürültüsünde boğuluyor durgunluğunla bir
kimden beklediysek orada beliriyor birdenbire
unumuzu eleyen, eleğimizi gözden geçiren halk, tek muteber şiir
aralanıyor görmek fikrinin açığa çıktığı sabahlarda.

farkedilmez ölülerin başlarını dik tuttukları düğünler yarım
düğün düğüm düşün dün, beynin masaya doğru bir uzantısı bu
yaşamak çığlığının köşe başlarını tutması bu
şimdi de çiçekli bir zımbırtıyı almış güzelliğine koruyor
gözdağının eteklerinde kabrini süsleyecek kelimeleri
elleriyle doğrultuyor.

vııı.

Allah zeval vermesin
millete gelen devlete de gelmiştir

çok iman surları çevrilirken direnmenin çevresine
yüzün gülecek anakarada açan çiçeklerin günü yaz
ne kimse ne bir başkası
ne benim bedavaya getirdiğim şu üzgün gökyüzü
ne senin saçlarına sürdüğün şu üzgün ilkbahar
kimse bizi sınamayacak

iman ettik,
inandık

kızlarımızın sarışınlığını hazırlayan yazların sahibi sokaklar
oğlancıkların beyaz perde oluşlarındaki hayreti dindiren yağmur
elbiselerimizi serin tutan şu müslüman bulutlar
nasılsa arkamızda artık.

Salim Nacar


kaygusuz şiir, sayı 1