29 Kasım 2016 Salı

MEKİK karabatak 29'da

Sanırım bende bir şeyler kırıldı

Nedamet getirmiş yurtsuz bulutlarla ben
Sokağı uykuya bölüyorum
Sağlığım yerinde değil ve zarardayım
Salinger’ın kahramanları gibi yaşamak geçiyor benden
Geçiyor günlerim öyle kalpsiz ki
Anlatamadan




...............................................











26 Kasım 2016 Cumartesi

EDİP CANSEVER’E BİRİNCİ MEKTUP

......................................

Sonsuzluk ne kadar kısaldı değil mi Edip Bey
Size böyle seslendim bunu duydum içimden
Yüksek kaldırımda birdenbire karşıma çıkan bir kasaba kahvesi gördüm
Belki onu siz de görüp geçtiniz
Belki tuşları kanamış bir piyano gibi hissettiniz kendinizi
Pera’dan Galata’ya doğru çırpınan bir üveyik hayal ettiniz
Bilmediğiniz bir dilde kar yağdı sayfalarınıza odanıza
Menekşelerin sessizce kurumasını seyrettiniz

........................



23 Kasım 2016 Çarşamba

first we take manhattan, leonard cohen




Beni yirmi yıllık can sıkıntısına mahkum ettiler
Sistemi içeriden değistirmeyi denediğim için
Geliyorum şimdi, onlari ödüllendirmeye geliyorum
Önce manhattan’i alırız, sonra da berlin’i
Bana göklerdeki bir işaret yol gösterdi
Bana tenimdeki bu doğum lekesi yol gösterdi
Bana silahlarımızın güzelliği yol gösterdi
Önce manhattan’ı alırız, sonra da berlin’i
Gerçekten senin yanında yaşamak isterdim, bebeğim
Bedenini, ve ruhunu ve elbiselerini seviyorum
Ama şurada istasyonda ilerleyen sırayı görüyor musun?
Sana söyledim, söyledim, söyledim, işte ben onlardan biriydim
Ah sen beni yitik biri gibi sevdin, ama şimdi
Kazanabilirim diye endişeleniyorsun
Beni durdurmanın yolunu biliyorsun, ama sende disiplin yok
Kimbilir kaç gece bunun için, işimin başlaması için
Dua ettim
Önce manhattan’ı alırız, sonra da berlin’i
Senin moda işinden nefret ediyorum bayım
Ve seni incelten şu ilaçlardan da nefret ediyorum
Kızkardeşime olanlardan nefret ediyorum
Önce manhattan’ı alırız, sonra da berlin’i
Ayrıca bana gönderdiğin şu seyler için teşekkür ederim
Maymun ve kontrplaktan keman
Her gece çalıştım, artık hazırım
Önce manhattan’ı alırız, sonra da berlin’i
Ah beni hatırla, ben müzik için yaşardım
Beni hatırla, bakkalından onu bunu alırdım
Hani babalar günü’ydü ve herkes yaralıydı
Önce manhattan’ı alırız, sonra da berlin’i

oğlumuz


Karım, güneş belirmeye başlayan pencerenin önünde oturuyordu. Bütün geceyi orada geçirmişti.
“Sen hâlâ yatmayacak mısın?” dedim.
Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden bir şey vardı.
“Ezan okunuyor” diye mırıldandı.
Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyada, duyguların erişemeyeceği kadar ötede gibiydi ve karım, Kur’anla vaadedilen saadetini, sanki asırlardan beri beyhude yere bekliyordu.
Hareketlerinde ve yürüyüşünde kabul edilmiş bir mağlûbiyetin hazin sükûneti vardı. Mutfağa geçti. Onu sanki rüyada görüyordum: Mangala ve semavere kömür koydu; abdest aldı, sonra seccadesini sofaya sererek namaza durdu.
Pencere iyiden iyiye aydınlanmıştı.
Renksiz, sessiz ve serin kuşluk vakti: Yatağın ılıklığı, belirsiz duygular, düşünceden kaçış. Dalmışım.
“Yahu…”
“Ne var?”
“Geldi…”
“İyi ya işte…”
Fakat mesele bu değildi: Karım beni kayıtsız buluyor ve üzülüyordu:
“Bir şey söylemeyecek misin; bu üçüncü oluyor… Ha yahu: Ne yapacağız?”
Bilir miyim ben? Fakat ona:
“Yarın bir şeyler yaparım” diyorum.
Hangi yarın?.. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmaya mecbur olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lazım. Oğlum yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım telaşlandı:
“Fazla sert davranma. Ne de olsa artık…”
Devam edemedi. Ona baktım: Gözlerindeki mana allak bullak. Ah benim saz benizli, kır saçlı bebeğim.
Çıkarken, omuzlarıma hırkamı koydu.
Odası gündoğdu tarafındaydı. Pencereleri büyükçe bir bahçeye bakardı. Karşı evden kurtulmak üzere olan güneş, duvarları hafifçe pembeleştirmişti.
Ve o, uyumuştu.
Elbiselerini masanın üstüne atıvermiş, pijamasının ceketini giymemişti. Yatağının yanındaki sandalyeye iliştim. İçim bir tuhaftı. Ona bakamıyordum; fakat onunla doluydum: Tıpkı, çok eskiden bir defa daha olduğu gibi: O zaman daha küçüktü, tifoya tutulmuştu, ateşi vardı, sayıklıyordu. O, şimdi bunu hatırlamaz ki…
***
Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım… İsim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona, ışıl ışıl, kainat gibi manalı bir kelime bulmak istiyordum. Sonunda ona Ömer dedik. Bu da ona çok yakışmıştı. Onu, tarihe girmiş bütün Ömer’lerin ikbaline layık görüyordum.
İlk gülüş… ilk diş… ilk kelime… Annesine doğru, genç, güzel ve mesut annesine doğru ilk adım.
Sonra yedinci yaş… Mektebe götürdüğüm gün ne kadar ağlamıştı: Sanki varlığına evden başka bir ortak kabul etmek istemiyordu. Fakat bu mukadderdi: O da her oğul gibi sokak, mektep ve çarşı arasında, günden güne katileşen bir bölünmeye mahkûmdu.
Ve on dördüncü yaş: Hırçınlıklar, iştihasızlıklar… Bize yeni bir ortak daha, ortakların en             yenilmezi… Karımın mağrur telaşları ve benim ilk endişem.
Liseyi, daha sonra fakülteyi bitirdi. Bu arada, onu biraz daha iyi yaşatabilmek için, karım, düğününden kalan üç beşibirliğini bozdurdu… Ve o, ilk aşkın bahtsızlığı ile sarsıldı, bizi de perişan etti.
Böylece biz ona bütün bütün bağlanırken, dünyamız artık tamamen onunla hudutlanırken…
“Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha fazla rahatsız oluyordun. Ben bunu anlıyordum: Sen buna biraz da hürriyetine tecavüz buluyordun. Fakat annen…
Ben biliyorum: Sen, artık odaların bu döşeniş tarzını, hatta bu evi beğenmiyorsun… Uçmayı öğrenmiş bir serçe yavrusu gibi, gözün başka dallarda. Senin düşündüğün, kim bilir ne cici şeydir. Bizi misafir edeceğin odayı da unutmamışsındır; buna eminim. Bu kadarı bize… Bana yeter… Fakat annen… Bunu sen de seziyor, arada sırada, hatta sık sık kardeşlerini nasıl okutacağından, bizim için neler tasavvur ettiğinden bahsediyorsun. Fakat birbirimizden niçin gizleyelim; sen böyle konuşurken sesini titreten şeyde biraz vicdan burkulması ve daha çok çaresizliğin azabı yok mu? Ama sen bunun için üzülme, senin elinden ne gelir; hayat böyle işte, yapamazsın ki…
Ben senin içkiden ne umduğunu biliyorum; alışmayacağına da eminim… Fakat annen…
Sonra ben senin dışarıda ne aradığını, evden niçin kaçtığını da biliyorum. Belki de küçük bir orospu. Ben onlara düşman değilim; hatta… Fakat annen… Kadıncağız böyle birine kapılıvereceksin diye tir tir titriyor. Sen gecelerini böyle dışarıda geçirince, kuruntuları, ışıl ışıl caddeleri ve gazinoları masal mağaralarına çeviriyor.
Fakat bunlara ne lüzum var; sen sanki bunları bilmiyor musun?.. Ben sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum?.. Annen, ben… Sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hâlâ bize en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyoruz. Değişebileceğini aklımız almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çeviremiyorum, sana bakamıyorum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü düşünmeye cesaret edemeden biliyoruz ki; artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hatta asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden uzaklaştın…”
Başımı çevirdim: Ona baktım. Bunu yaparken romatizmalı kolumu kullanır gibiydim. Fakat içim birdenbire ferahladı: Sanki yıllardır aradığım bir arkadaşımı bulmuştum. Islık çalmak istiyordum. Perdeleri indirdim; güneş onu rahatsız edecekti. Benimkilere benzeyen sert ve siyah sakallı yüzünü hafifçe öperek dışarı çıktım.
Çayımızı içerken karım biraz dalgındı. Ben, küçük oğlumun çayını gizlice, hiç sevmediği limonla doldurdum.

tarık buğra

15 Kasım 2016 Salı

akan güneş aksın otur büyük büyük gitme



Jerzy Kosinski geldi benimle
ölüm beğendik pazardan
bir kaçını giydik ben giydim üstüme biri olmadı
çıkar o iyi ölüm değil bu daha iyi dedi
başıma çömeldim adını geçirdim sordum
konuşsam olay olur insan içinde dedim
gemi seç beni güzel sevgilim
ulan basıyor sinir kemiklerimi
beni seç
ruj dudakların sürer gibi seni
gel
benimle oturalım
yolda odalar çok kuru da olur
onu yeme o benim karaciğerim
bir de uzay boşluk değildir sevgilim
sigaram varken sevemiyorum dur bekle
büyük büyük gitme
şiir laftır
neşe de böyle kıvrık bir şey bak
bastırınca böyle kıvrık rık rık olur
ağzımda buzlar kırıyorum beni seç

franco buskas



gel bu akşam sana da şiir sarayım

yapıbozum konuşalım

gölüklü solcu bir kız da olsun

bize devrimin endikasyonlarını anlatsın

masalar dökümlüdür oysa devlet

sen elini uzatırsın tek deftere sığmaz bu

konuşsana lan benimle!”

şiir isimlerinden sıkıldım ve Mecidiyeköy

babil olmadı galata

                                                                                                




                                                                                                 -ilhan berk ile-

Albatros semaileri
Elişi kanatları tavan
Ormanı çoğaltan
Salyangoz sürtünmeleri
                       hızıma tanık
                       kuramın boğazına yerleşik
                       babilde eskici
                       tacında mesken tuttuğu
                       kronolojinin semti
                       alamet bir yağlı boya paleti
                       müştemilat
                       sargon’un eftalyayı tavladığı
                      
II.

Baştanbaşa boydan boya
Meryem yar Meryem ana
Meryem yapı Meryem biçem
Meryem göğü topladı saçlarına


III.

Esir kızlar rıhtımda dağların
belleğini denize uçuran bir değnek buldular   
Ola! Artık bırakabilirim
düşümü tokatlayan dil çalışmalarını
Hiç bulaşmadım nasılsa
Nasılsa ödünç bir metafor ilhan bey
Güneşi kınına koyabilirim
Denize bırakabilirim ve avuçlarına siren
entel tavrını
iyonya sakızlarına değinmişken
kahveyi sade içen
nergis adında bir barça kamarasında
Ola! Kuzey rüzgârı! İskandinav sosyalizmi kola!



Enes Gündoğdu/ Türk Edebiyatı 506



11 Kasım 2016 Cuma

A THAUSAND KISSES DEEP. LEONARD COHEN. 11 KASIM 2016.



  Sene 2003. Nick Nolte'in oynadığı Good Thief filmini izliyorum ve Nick denen berduş sabaha karşı Paris sokaklarında yürürken fonda A Thausand Kisses Deep çalıyor. Bilen bilir nick nolte'un da sesi bu tarza yakındır ve ben sandım ki Nicknolte söylüyor bu şarkıyı. Ulan harbi iyi sarkıymış deyip bir yere kaydettik şarkıyı. Tabi pc yok, internet yok. Arayamadım da. Bir zaman sonra Trt'de bir programda Dance Me To The End of Love çaldı. Benim hafızadaki kayıt sistemi hemen devreye girdi ve bu iki ses birleşiverdi. Sanırım o sırada Nick yanılgısından da kurtuldum.

   Aldı beni bir telaş! Bu şarkıyı ve sahibi olan sesin kimligini bulmam lazım. Trt'yi aradım bilen yok, cdcilere gidip müziği mırıldandım bilen yok. Sonra yine bir programda First We Take Manhattan hem de Leonard Cohen ismiyle klibiyle çıkınca karşıma taşlar yerine oturdu.
   
  Kürt şiirinde bahsettigim o 11 metrelik koridorda,belki 11 adım, az dinlemedim bunu. Hiç bir zaman sözlerinin ne anlattığını merak etmedim. 
   
  Geçen sene TRT'deki Gündem Edebiyat programı için bir şarkı seçip anlatmam gerektiğinde bunu seçtim ve o zaman ne anlatıyor diye araştırıp büyüyü bozmaya karar verdim. Ama hissettiğim anlamıyla sözlerin anlamının aynı olduğunu fark edince büyünün hala bozulmadığını da anladım. Ve bu şarkıyı bana anlattıklarıyla, hissettirdikleriyle anlattım programda. Gerçi program o kayıt yayınlanmadan yayından kalktı. 

  Böylece şarkının benim payıma düşen kısmı yine bende kaldı.

"çünkü ben yazar olmak istiyordum"

  çünkü ben yazar olmak istiyordum, hepsi bu. her şey hakkında yazmak istedim. bi an için olan her şeyi... kollarına aldığında çiçeklerin görünüşünü... bu havlunun kokusunu...verdiği hissi...dokusunu ... tüm duygularımızı...her şeyi...seninkileri... benimkileri...hepsinin geçmişini.. bir zamanlar olduğumuz kişileri...dünyadaki her şeyi...

  ve hepsi birbirine girdi. tıpkı şimdi olduğu gibi.
  ve ben başaramadım! başaramadım.
  neyle başlarsan başla sonunda o kadar eksik oluyorsun!

  richard brown
  the hours,2002
  yönetmen: stephen daldry

8 Kasım 2016 Salı

mektup


I

işte yine günün belini kırıyor akşam
ve sen kırlara benzersin günün bu saati
çıkarmamışsan çiçekli elbiseni.

hatırla ve sıkı tut: 
korkardın küçükken
serçe parmağın uçacak diye elinden.
diğer çocuklara benzerdim bense
benzemesi gibi, bir çinlinin diğerine

II 

şaşkınım, şehir açmıyor beni 
ve namım yürümüyor burada 
çünkü tuhaf burada her şey; 
denizi sel basıyor hayret 
hayret şehir sığmıyor taksiye 
ve terör estiriyor rüzgar 
kaldırıyor dağın eteklerini bile. 

ve burada sensiz bahar 
hem yatalak hem öpmeden geçiyor 
bir jeton 
yanağıma getiriyor da yanağını 
kokunu rüzgara salsan 
bana getirmiyor. 

III 

yoksun ya 
güvercin avlıyor avluda kedi 
kızlar gülüşüyor bahçede 
gül üşüyor –gül üşür- 
yoksun ya, bezden anne 
yapıyor öksüz 
öpmek için kendisine.

ibrahim tenekeci

5 Kasım 2016 Cumartesi

han duvarları








                              -Osmanzade Hamdi Bey'e-
    Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
    Bir dakika araba yerinde durakladı.
    Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,     
    Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...     
    Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,     
    Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.     
    İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!     
    Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,     
    Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...     
    Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,     
    Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,     
    Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...     

    Ellerim takılırken rüzgârların saçına
    Asıldı arabamız bir dağın yamacına.     
    Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,     
    Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
    Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
    Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
    Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.     
    Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.     
    Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
    Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince     
    Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
    Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.     
    Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
    Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.     
    Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,     
    Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,     
    Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
    Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan     
    Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,     
    Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...     
    Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine     
    Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
 
    Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;     
    Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
    Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,     
    Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
    Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,     
    Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.     
    Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri     
    Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
    Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya     
    Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.     
    Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
    Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
    Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,     
    Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
    Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı     
    Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
    Gitgide birer ayet gibi derinleştiler     
    Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...     
    Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,     
    Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;     
    Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,     
    Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...     
    Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,     
    Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken     
    Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;     
    Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
    Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa     
    Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;     
   
    "On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan     
      Baba ocağından yar kucağından     
      Bir çiçek dermeden sevgi bağından     
      Huduttan hududa atılmışım ben"     
    
    Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
    Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.     
    Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
    Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;     
    Araya gitti diye içlenme baharına,     
    Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...

    Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
    Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
    Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri     
    Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
    Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,     
    Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...     
    Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,     
    Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
    Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,     
    İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
    Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden     
    Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
    Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,     
    Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
    Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
    Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
    Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
    Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
    Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;     
    Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...     
    Gönlümde can verirken köye varmak emeli     
    Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"     
    Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana     
    Biz menzile vararak atları çektik hana.     

    Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş     
    Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
    Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
    Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
    Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
    Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
    Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
    Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
    
    "Gönlümü çekse de yârin hayali     
      Aşmaya kudretim yetmez cibali     
      Yolcuyum bir kuru yaprak misali     
      Rüzgârın önüne katılmışım ben"     
    
    Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
    Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
    Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde     
    Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
    Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
    Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
    Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
    Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
    
    "Garibim namıma Kerem diyorlar     
      Aslı'mı el almış haram diyorlar     
      Hastayım derdime verem diyorlar     
      Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"     
    
    Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
    Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
    Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
    Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
    Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
    Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
    Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
    "Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
    Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
    Dedi:     
           "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
    Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
    Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...     
    Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.     

    Aradan yıllar geçti işte o günden beri     
    Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,     
    Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
    Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
    Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
    Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
    Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..     

    faruk nafiz çamlıbel  
    

2 Kasım 2016 Çarşamba

dünya işleri


zembereği bozuk bir andan , yüzündeki korkudan
şimdi modern zamanlardan söz edeceğim sana
baktıkça bunu okuyabiliyorum efendim diyorum
vakit geç oldu bu elbiseleri giymeliyiz
sokak adlarını silip numaralar çakmalıyız
küçümsemeliyiz törenden törene koşanları değil mi
kendimizi bildiğimizden kayalıklara şarkılar söylemiyoruz
her rüzgara bir parçasını bırakan
yüzleri bizim gibi bu yüzden oyuk kayalara
sakız otlarına gömülen insanları sevindiren
her harbe siper olan her haramiye ev

dünya işlerini iyi biliyoruz süleyman
çocuklarla sonsuza doğru at sürmeyi
omuzlarımızı önce ağırlaştırıp sonra bırakmayı
hep geçmişe kaçmak arzusunu kamçılamak ne iyi
kederlerinden kederlerimize başlayan zamanlarda
kapalıçarşı’dan kürkçü hanı’na doğru akan
altınlarla kadınları dolduran nehirden
bozuk sesler geliyor neden
gök çamlıca’ ya inecekse bu da dünya işleri

böyle bir zamanda geldik uyandığımızda
bir cin sürüsü topukluyordu caddeleler kalabalık
ağır metal yorgunluğundan çatlıyor şehir
bölünmüş yollardan geçerek geldik biz
belki yanlış zamanda yanlış yerde olabiliriz

adem yazıcı

1 Kasım 2016 Salı

burun, fayton ve kaput’a önsöz, erol güney-orhan veli kanık.



Burada tercümesini verdiğimiz “Burun”, “Fayton”, “Kaput”, Gogol’ün Petersburg Hikâyeleri’nin en güzelleridir, dehasının vasıflarını en iyi şekilde gösterirler.

Gogol, 1833’te “Burun”u yazmaya başladı. 1835’te ilk şeklini vererek bitirdikten sonra Moskovski Nablüdatel dergisine gönderdi ise de derginin müdürü, hikâyeyi bayağı bulduğu için geri verdi. Ama bu hikâyenin sanat güzelliğini, hiciv değerini hemen anlıyan Puşkin, 1826’da, idare ettiği Savremennik dergisinde “Burun”u yayımladı. Ayrıca şöyle bir not koydu: “N. V. Gogol uzun zaman bu lâtifenin basılmasına razı olmadı; ama biz, bu hikâyede o kadar şaşırtıcı, akla sığmaz, neşeli, orijinal şeyler bulduk ki müsveddenin bize verdiği zevkı okuyucularımızla paylamaya razı olması için kendisini güçbelâ kandırabildik.”

1835’te yazılmış olan “Fayton”un ana fikri hayattan alınmıştır. Gogol’ün Viergorski adlı dalgınlığı ile meşhur bir tanıdığı varmış. Bir gün Petersburg’daki bütün diplomatları ziyafete çağırmış, ama gün ziyafeti unutarak kulübe yemeğe gitmiş, geç vakit, evine döndüğü zaman ziyafeti hatırlamış. Ertesi gün özür dilemek için bir gün önce resmî üniformalariyle evine gelmiş olan yüksek misafirlerini birer birer ziyaret etmiş. Herkes bu adamı sevdiği, dalgınlığını bildiği için onu hoş görmüşler. Yalnız Bavyera Elçisi kendisi ile her türlü münasebetlerini kesmiş. Puşkin, “Fayton”u okuduktan sonra Pletnev’e yazdığı mektupta “Gogol’e hikâyesi için çok teşekkür ettiğimi bildirin” demiştir. Hikâye 1826’da Savremennik dergisinde basıldı. Bu hikâyeye büyük tenkidci Belinski de büyük bir kıymet vermiş ve demiştir ki: “‘Fayton’ bir lâtife, ama ustaca yazılmış bir lâtifedir. Bu hikâyede Gogol’ün içinde yaşadığı topluluğun bütün özelliklerini, inceliklerini görme kabiliyeti, olduğu gibi meydana çıkıyor. Bu gibi incelikleri her insan, her dakika yanında görür ama, bunları ancak Gogol meydana çıkarabilir.”

Gogol’ün “Kaput”u, konu, teknik, hiciv bakımından en önemli hikâyesidir. Hikâyeci burada Eski Rusya’nın cahilliğine, adaletsizliğine karşı duyduğu nefreti bütün kuvvetiyle belirtmektedir. Akakiy Akakiyeviç’in trajedisi, on dokuzuncu yüzyıl Rus adamının, bütün küçük insanların trajedisidir. Belinski haklı olarak Gogol’e “gündelik hayatın şairi” demiştir. Fakat Gogol, “Kaput”ta yalnız gündelik hayatın şairi olarak değil, küçük insanların, küçük hayatların şairi olarak da kendini gösterir.

Gogol’ün bir çağdaşı olan P. V. Annenkov, bu hikâyedeki ana fikrin nasıl doğduğunu anlatır: “Bir gün Gogol’ün yanında ava çok meraklı zavallı bir memurun hikâyesi anlatıldı. Bu memur, bin bir sıkıntı ile biriktirdiği 200 ruble ile güzel bir av tüfeği aldı. Yeni tüfeği ile ilk ava çıkdığı gün bir sandala bindi. Ama tüfek nasılsa suya düşüverdi. Memur evine döndü, yatağa düştü. Şiddetli bir humma içinde günlerce yattı. Ancak arkadaşları, aralarında para toplıyarak ona yeni bir tüfek aldıkları zaman iyileşip yataktan kalktı. Bu hikâyeyi dinliyenlerin hepsi kahkahalarla güldüler. Yalnız Gogol gülmedi. Uzun zaman düşünceli kaldı. ‘Kaput’un ilk fikri işte o gün doğmuştu. Bu hikâye 1834’te anlatılmıştı. Gogol bunun üzerinde çok çalıştı, aradan sekiz yıl geçtikten sonra ‘Kaput’ çıktı.”

1842’de ilk çıktığı zaman kişizadeler hikâyeyi iyi karşılamadılar. O zaman, büyük bir memur olan Kont Strogov, şöyle demişti: “Şu Gogol’ün ‘Kaput’u ne korkunç hikâye. Bu köprüedeki hayalet, hepimizin kaputlarımızı sırtımızdan çıkarır. Bu hikâyeyi okurken artık halimi siz düşünün.” Buna karşılık hikâye, yenilik istiyenler arasında büyük bir ilgi ve heyecan uyandırdı. Rus edebiyatının asıl karakterini meydana getiren o küçük insanlara beslenen sevgi, cemiyetin meydana getirdiği o boş, saçma adamlara karşı duyulan merhamet, ilk defa bu hikâyede görülür.
“Kaput”un Dostoyevski, Tolstoy, Çehov üzerinde büyük tesirleri olmuştur.

[Üç Hikâye, Gogol, çev. Erol Güney - Orhan Veli Kanık, M.E.B., 116 s., 1945 içinde s. I
X-X.]