28 Ekim 2016 Cuma

kalk düğüne gidelim*


Sarardın üzüntüden, üç gün ağladın
baktım gözlerine şıçramış halkın gözleri
incesin
bardakta bir karanfile benzemiyor inceliğin
serçeler sekmiyor hayır, dudaklarında 
ham demirden bir çanakta dövülmüş otlar olur
ısınmış taşlar olur yazları geceleyin
sazlar
kanımda Çiçek Dağı'nı vurur
doldurur öylece göz yerlerimi inceliğin

Tenimde iz bırakmış kar kokusu
terli, muğlak adamların hevesleriyle
harman edilmiş tenim
sevinçler artırmışım çiçekli
ve çiçeksiz bütün dağlardan.
Sarhoşken bağrıma akıtılan yıldızlar
özümü çekip ayırmış avuntulardan.
Şimdi sana bakıyorum, kalabalık gözlerin
ağlamasan bizi utandıracak sanki dünya
Valentina Tereşkova
ve çekik gözlü kadın komandolar
çünkü üç gün beslendiler senin gözyaşlarınla.

Sen ağlarken azığımız çoğaldı
elledik halkın ağrılarını cesurca
ağlamasan
kök inatla kavramıyor toprağı
boş umutlar içinde pervasız büyüyor kir
ağlıyorsun ihanete karşı şavkıyor pıçak
bir pıçak ki sevgilim, Sürmene işidir.

Bir şehrin uzak semtleri gibi gözlerin
üzgün, kara, ayaklanmaya hazır
ben yaralar kuşanıp katılırım onlara
onlara katılırım yedek mermi ve şarkılar alarak
seni alırım sonra her bir yanım çağıldar
bir oyuna kalkarız sıkılmış yumruklarla
yazarız duvarlara fırtınalı yazılar.
Bir gün burda, bu kalktığımız yerde
kendini yaşamakla taşıran bir güneş kabarcığı
zonklayan bir atardamar olduğu anlaşılır
el tutuşmuş çocuklar ki o zaman
senin gözyaşlarını heyecanla kapışır.

(1969)
İsmet Özel

*Anamın uyuşmuş ayağını harekete geçirmek için söylediği söz.

"Kırkbirinci kapı karşısındasınızdır ve ağlarsınız. Bir açılmamış kapı bulunsun istersiniz ömrünüzde "diyor kitap. " İstiyorum ki ,ömrümde bir açılmamış kapı olsun. İstiyorum ki övebileceğim, hayatımın maksadı diyebileceğim şey için, o açılmamış kapıyı gösterebileyim" bahaeddin özkişi




27 Ekim 2016 Perşembe

paul eluard'ın anısına

Ölenin mezarına koy,
yaşamak için söylediği sözcükleri.
Yerleştir başını onların arasına,
bırak hissetsin
özlemin
kıskaç gibi dilini.

Ölenin göz kapaklarına koy,
ona sen diyenden esirgediği
ve tıpkı onunki gibi çıplak bir el,
ona sen diyeni
geleceğin ağaçlarına aşıladığında,
yüreğindeki kanla görmezlikten geldiği
sözcüğü.

Koy bu sözcüğü göz
kapaklarına:
Belki de
henüz maviliğini yitirmemiş gözlerine,
bir başka, daha yabancı mavilik girer de,
ona sen demiş olan,
bir rüyaya dalar onunla, biz diye.


Paul Celan

20 Ekim 2016 Perşembe

sulfata



Bulunduğum kasabanın hemen arkasındaki ormanlık bir dağa çıktım. Önce fundalıklar, sonra çamlar arasında, uzun uzun, hedefsiz ve maksatsız dolaştım. Dağın en yüksek yerinde saatlerce kalıp, güzel işlenmiş, çiçekli bir bahçe gibi önümde uzanan ovaya; dağın eteğinde, siyah kiremitli damları, beyaz minareleri, kırmızı tuğladan uzun fabrika bacalarıyla kabartma gibi duran kasabaya; gümüşi yapraklı kavak ağaçları arasında kaybolan köylere; ve güneşin altında mor bir sise gömülen karşı dağlara baktım. Bir türlü buradan ayrılmak istemiyordum. Fakat sabahtan beri gezip dolaştığım yerlerde su bulamamış, adamakıllı yanmaya başlamıştım. Dudaklarım kuruyup çatlıyor, dilim yapışkan bir hal alıyordu. Dağın yollarını bilmeden rastgele yürüdüğüm için, belki buz gibi bir pınarın beş on adım yanından geçiyor, fark etmiyordum. Mümkün olduğu kadar çabuk ovaya varıp kana kana su içmek arzusuyla, daha kısa olduğunu göz kararıyla kestirdiğim bir taraftan, acele acele inmeye koyuldum. Fakat ben hızlandıkça ayağımın altındaki sararmış çam pürleri kayıyor; eğreti duran toprak parçaları, taşlar, kozalaklar yuvarlanıyor, düşmemek için çabalanırken susuzluğum büsbütün artıyordu.
Bir aralık yolu da kaybettim; iki yamacın arasındaki bir boğazda, fundalıklar arasında sıkışıp kaldım.
Yabani zeytinler, ardıçlar, mazılar ve daha birçok dikenli dikensiz çalılar arasından kendime zorla bir yol açmaya çalıştım. Pek güç ilerleyebiliyor ve çok yoruluyordum. Elbisem her adımda bir yere takılıyor, şapkam düşüyor, gerilip gerilip kurtulan bir dal suratıma çarpıyor ve gözlüğümü alıp gidiyordu. Çalılar boyumu aştıkları için ne tarafa gittiğimi bilmeden ilerliyordum. Yaprakların arasından baktıkça iki yanımda dimdik iki sırt, önümde ve arkamda fundalıklar görüyor, bu geceyi burada susuz nasıl geçireceğimi düşünmeye başlıyordum.
Bir hayli daha çabalayıp bir parça daha ilerleyince üç dört yüz adım ilerde, kazılmış bir toprak parçasıyla zeytin dikmeleri gördüm. Orada ya bir insan, yahut hiç değilse, bir yol bulunacaktı. Aşılanıp tımar edilen ve altı çapalanan bu zeytin fidanları, tabiatın bu dokunulmamış yerlerine bir insan elinin uzandığını gösteriyordu. Körpe dikmeler susuz yetişmeyeceğine göre, yakınlarda içecek bir şey de olmalıydı… Vücudum gerildi, bütün gayretimle o tarafa atıldım. Ayaklarımın altında ve iki yanımda dallar hışırtılar çıkararak kırılıyor, dikenler eteğimden çekiyor, çalılar yüzümü tırmalıyor, fakat hiçbir şey beni yolumdan alıkoyamıyordu. Bir saat kadar sonra zeytin fidanlarının bulunduğu kazılmış yere çıktığım zaman ellerim kanamış, yüzüm sıyrılmış, her tarafım tere gömülmüştü… Yüzümden çıkan duman, gözlüğümün camlarını buğulandırdığı için bir şey görmüyor, iri tezekli toprakta tökezleyerek yürüyordum. Dinlenmeden yoluma devam edemeyeceğimi anladım, rastgele bir yere oturup gözlerimi kapadım, biraz dinlendikten sonra gözlerimi açınca etrafıma bakındım. Boğaz burada genişlemiş, açılmıştı. İlerde, ağaçsız bir bayırda, yeni biçilmiş bir tarla ile, bunun aşağı tarafında, çukurda, mısır ekili küçük bir bahçe, yanında bir kuyu, biraz ötede kerpiç bir kulübe vardı.
Birdenbire susuzluğumu hatırladım, yerimden fırlayıp koştum. Kuyunun başına gelince dört yanıma bakınarak birinin görünmesini bekledim. Kimsecikler yoktu. Kulübeye doğru yürüyerek:
-Hemşerim… Kimse yok mu?- diye bağırdım. Cevap veren olmadı. Üstüne dallar örtülüp toprak atılmış kerpiç kulübenin kapısı aralıktı. Başımı uzatıp baktım. Bir köşede dürülmüş küçük bir yatak, ocağın kenarında birkaç toprak kap vardı.
Etrafta kimseler görünmüyordu. Tekrar kuyunun başına geldim, bir kova su çektim ve yarısına kadar içtim. Sonra oraları dolaştım. Bahçecikte mısır fidanlarının arasında tek tük bostan kökleri, birer sırığa sarılmış birkaç fasulye vardı.
-Herhalde buranın sahipleri yakın bir yere gitmiş olacaklar!- diye düşündüm. Bahçede ve kulübede uzun zamandan beri bırakılmış bir hal yoktu, fakat bir taraftan da insanın gözü apaçık bir bozulma ile karşılaşıyordu: Mısırların altı günlerden beri sulanmamış, yapraklar sararmaya yüz tutmuştu. Adamakıllı kemale geldiği görülen bostanlar ve fasulyeler toplanmamıştı. Kulübedeki ocak haftalardır yakılmamışa benziyordu.
Kapının toprak eşiğine oturup biraz dinlenmek istedim. Güneş epeyden beri arkadaki bayırın arkasına girmiş, karşıdaki sırtların eteklerinden tepesine doğru yükselmeye başlamıştı. Boğazın benim geldiğim tarafından doğru çam kokulu bir rüzgar esiyordu. Biraz ilerde, biçilmiş tarlada cırcırböcekleri ötüyor, çekirgeler sıçrıyordu. Boğazın alt ucunda ancak küçük bir parçası görünen ova, yandan vuran güneşin ışıkları altında parlıyor, ağaçlar arasında uzayıp giden yollardan köylerine dönenlerin kaldırdığı toz bulutları dalga dalga yükselip, ovaya sisli bir sabah manzarası veriyordu.
Bu sırada gözlerim, boğazın alt başından, ova tarafından bulunduğum yere doğru ağır ağır gelen bir şeye takıldı. Biraz yaklaşınca, bunun, sırtında ağır bir yük bulunan biri olduğunu fark ettim. Herhalde, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerin sahibi olacaktı. Yerimden kalkarak o tarafa doğru yürüdüm. Ne biçim bir insan olduğunu ve benim burada bulunuşumu nasıl karşılayacağını bilmediğim için, ona yolda rastlamak istemiştim.
Çalılar arasındaki patikada bir müddet gözümden kayboldu. Birkaç yüz adım yürüdükten sonra yavaşladım. Buralarda karşılaşacağımızı kestiriyordum. Fakat uzun zaman yürüdüğüm halde kimseye rastlamadım. Ovaya iyice yaklaşmıştım ki, yolun kenarında bir karaltı gördüm. Akşam iyice çökmüştü. Bir şey seçemiyordum. Daha yaklaştım, o zaman yerde birinin yattığını, başka birinin de onun başı ucunda diz çöküp oturmuş olduğunu gördüm.
-Merhaba hemşerim!- diye seslendim.
Genç, fakat karanlık bir ses, mırıldanır gibi cevap verdi:
-Merhaba!-
Yanına sokulduğum zaman, yerde yatanın bir kadın olduğunu anladım. Yamalı bir pazen şalvardan çıplak ayakları fırlıyordu.
Delikanlıya sordum:
-Hastan mı var?-
-Öyle…-
Bir zaman sustum; sonra ben de yakına çömeldim:
-Şu yukardaki bahçeyle dikmeler senin mi?-
-Benim!-
-Dikmelere iyi bakmışsın maşallah… Bir iki seneye kadar zeytin verir.-
Dudaklarını büktü:
-Beş altı sene ister daha!-
Yüzünün sesinden daha genç olduğunu görüp şaştım. Hiç de on yedi on sekizden yukarı göstermiyordu.
Kadını işaret ederek:
-Kardeşin mi?- dedim.
Başını salladı:
-Yok… Ailem!-
Gülmeye çalışarak:
-Pek erken evlenmişsin!- dedim.
-Öyle oldu…-
-Hastalığı ne?-
-Sıtma!-
-Sulfata veriyor musun?-
-Bırak efendi, Allahını seversen, sulfata nerde?-
-Sıtma Mücadelesi’ne gitmedin mi?-
-Ordan geliyoruz!-
-Ne dediler?-
-Bir şeysi yok dediler!-
-Deme canım!-
-Öyle dediler!-
Deminden beri her sözüme kısa kısa cevaplar veren ve sanki her cevaptan sonra benim hemen kalkıp yoluma gitmemi bekleyen delikanlı birdenbire içini dökmek isteğini duymuş gibi, yüzüme baktı. Yanı başında, toprağın üstünde, yan üstü yatıp yaman bir nöbetle tir tir titreyen kadını gösterdi:
-Şunun haline bak, efendi!..- dedi. -Allah’tan korkmadan bir şeysi yok deyip savdılar!-
Olduğum yerde doğrulup hastaya bir göz attım, ona bir kadın demek de tuhaftı, hummanın tesiriyle büzülen vücudu minimini görünüyordu. Alacakaranlıkta terden parlayan yüzü de daha pek çocuktu.
Delikanlıya döndüm:
-Sen meramını anlatamamışsın herhalde, oğlum!- dedim.
-Meram anlamayana nasıl anlatırsın, beyim!- diye yüzüme baktı. Sonra gözlerini önüne çevirerek devam etti:
-Bak başından anlatayım… Hilafım varsa, yerimden sağ kalkmayayım… Aliye sıtmayı bizim köyde almış. Ben askerdeydim, gelince öğrendim…-
Sözünü kestim:
-Kaç yaşındasın?-
-İki sene evvel askerden döndüm!-
-Ne zamandan beri evlisin?-
-Kuram çıkmadan üç ay evvel Aliye bana kaçtıydı. Yaşı küçük diye kasabada nikah etmediler. Babası da laf dinlemez bir koca yörüktü. Kızını ovalıya vermek istemedi. Allah razı olsun, bizim köyün imamı duamızı okuyuverdi de bizi birleştirdi. Gelgelelim ben askerdeyken, bizim peder, kızcağıza etmediği hakaret komamış… ‘Kocan askerde, ben sana bakamam, git kendi baban baksın, Kızılbaş dölü!’ demiş; kız ortada kalıvermiş, komşuların yanında çalışmış, orağa, çifte gitmiş… Şükür Allaha çocuğu yoktu… Ben tezkereyi alıp gelince babamla zorlu kavga ettim. ‘Malın da, tarlan da senin olsun… Neyin varsa, kızlarınla eloğlu damatların alsın. Ben gayrı senin ocağını tüttürmem!’ dedim, rahmetli anamdan kalan bir tek tarlayı sattım. ‘Gel kız, Aliye, kısmetimizi dağda taşta arayalım!’ dedim, aldım karıyı buraya geldim. Tarlanın parası bizi bir sene idare etti. Burada çalıları söktüm, ikimiz yüklendik, kasabada sattık; kalan odunlarla kömür yaktık, daha çok para etti. Açılan yerlere ekin ektik, ekmeğimiz çıktı. Dört el bir olunca ne olmaz ki… Çalıları kökledik, deli zeytinlere aşı vurduk, kuyu açıp dikmelerimizi suladık. Kerpiç kesip bir odacık kurduk. Kimseye de muhtaçlık etmedik. O yandan geliyorsun, görmüşsündür: Bahçe yapıp yeşillik bile ektik. Geçen yıl kasabada devlet nikahı kıydırdık, bu yıl da iki keçi ile beş on yumurtlar tavuk alacaktık. Ama Aliye’nin sıtması tepti. Dedim ya, ben askerdeyken bizim köyde almış. Onlar obalıdır. Dağlık yerde sıtma olmaz, ama bizim köy sulak yer… Bu meret de öyle yerlerden hoşlanırmış… Tam orak zamanıydı. Yağmur bastırır filan demedim, hemen alıp kasabaya indirdim. Sıtma Mücadelesi’ne götürdüm. Ne de olsa askerlik ettik, bu yolları biliriz. Doktor, tüyü bozuk bir oğlandı. Kaytan bıyık bırakmış, kocaman bir gözlük takmıştı; yüzümüze bile bakmadı, ak gömlekli bir hademeye: ‘Al şunun kanını!’ dedi, bizi de: ‘İki gün sonra gelin!’ diye savdı. İki gün sonra Aliye’yi yalnız gönderdim. Ben ekini biçiyordum… Doktor, kıza: ‘Senin kanına baktık, bir şeyin yok!’ demiş. Kız, ‘Aman derim, doktor, bak şu halime, benzimde kan kalmadı… Ben bu derdi eskiden de çektim, kurban olayım, azıcık sulfata ver!’ deyince yüzüne bağırıvermiş: ‘Senin hastalığın sıtma değil dedik ya!’ demiş. ‘Başka derdin varsa git Belediye doktoruna!’ Aliye, Belediye doktoruna gitmiş, adam kadının yüzüne bir bakınca: ‘Kızım, ne buraya geldin? Senin sıtman var, Mücadele’ye git!’ diye savmış. Aliye döndü geldi ama, perişandı. Üç gün yattı. Ardıç ezip suyunu içirdim… Ne bileyim ben… Şaşkınlık işte… Kar etmedi, büsbütün yüreğini döndürdü. Üçüncü günü biraz canlandı, aldım yanıma, yeniden kasabaya indirdim. Mücadele doktoru bizi tanıdı, ‘Ne diye geldiniz sulfatacılar?’ dedi. ‘Aman bey’ dedim, ‘sen bir şey yok dedin ama, bacın üç gündür başını kaldırmadı, kurban olayım, bir muayene et de derdine derman ol!’ Doktor başını bile çevirmedi: ‘Biz kan muayenesine bakarız… Kanı temiz çıktı, üst yanına karışmam.’ dedi. O zaman, Allah bilir ya, bir yalan attım: ‘Belediye doktoru baktı, dalağını yokladı, ille de sıtması var diye sana yolladı!’ dedim. Doktor, ters ters yüzüme baktı: ‘Öyleyse ateşi geldiği zaman getir de bir daha kanını alalım!..’ dedi. Ayağına düştüm: ‘Üç saatlik dağda otururuz’ dedim, ‘Yangını olunca yattığı yerden başını doğrultamıyor, buraya nasıl gelir?’ Yerinden kalktı, üstümüze yürüdü, tepine tepine bağırdı: ‘Ne laf anlamaz hödük şeylersiniz siz!’ dedi. ‘Kanun var, nizam var, size yol gösteriyoruz, daha da kafa tutuyorsunuz. Defolun şurdan!..’ Ak gömlekli hademeyi çağırdı: ‘At şu miskinleri dışarı!’ dedi. Dışarı çıkınca: ‘Kız Aliye!’ dedim. ‘Yat şu kapının dibine. Domuzun sıtması nerdeyse gelir… Hemen içeri varır, kanını aldırırız.’ Duvarın dibine çöktük, akşamacak bekledik. Daha ortalık kararmadan doktor çıktı. Hademe kapıyı kitlerken: ‘Hemşeri, doktorun evi nerdedir?’ diye sordum, adam, ne yapışkan şeylermiş bunlar, diye bir yüzümüze baktı: ‘Doktorun evi yok, bekardır; gece yatmaya buraya gelir!’ dedi. Daha iyi ya, dedim, biz de bekleriz. Gün kavuşurken Aliye’nin sıtması bastırdı. Yanıyom, Mustafa, yanıyom! diye inledi. Hemen oraya, taşların üstüne yatırdım, başını dizime aldım. Bekledim de bekledim. Gavurun doktoru gelemedi. Kız yandı, tere battı, yeniden yandı, doktor yatmaya gelmedi. Ta gece yarısı iki yanına devrile devrile yolun başından söküldü. Amanın, sarhoş olmuş, kan alırken kızın bir yanını kesmeye ola! diye aklımdan geçti. Şeytan dedi ki, şu sarhoş halinde vur başına odunu, gebersin!.. Ama ne edersin, Aliye’nin dermanı onun elinde. Kapıya gelince, bir türlü anahtar deliğini bulamadı. Seğirttim, kapıyı açtım. Önünde selam durdum: ‘Doktor bey, hastam kapının önünde… Sıtmadan yanıyor… Hadi şunun kanını alıver!’ dedim. Gök gözlerini üstüme dikti, yüzüme doğru bir geğirdi, ondan sonra aman anam bir bağırmaya başladı, mahalleli uyanıp pencerelerden dışarı sarktı. ‘Yine mi siz?.. Gece yarısı bile sizden rahat yok mu? Allahın gündüzünü gözünüz görmüyor mu? İş zamanında sizinle uğraştığımız yetmiyor mu?.. Nankör herifler… Saygısız herifler…’ diye ortalığı ayağa kaldırdı, içeri girip kapıyı yüzüme kapayıverdi. Öte yandan gürültüye gelen bir bekçi de bizi oradan kovdu. Aliye’yi sırtlayıp kasabanın dışına getirdim, zeytinliklerden birinin altına, kırağılı otların üstüne bırakıverdim… Eh, bey, artık bundan sonra o doktorun yanına varmadım dersin ya… Çünkü insan olan bir daha oraya gitmez… Ama ben gittim… Bak, fukara kızcağız gün günden eridi. Ölüp gidiverecek… Bu gittikten sonra ben tarlayı, zeytini n’ideyim? Ahdım olsun, evi kazmayla yıkar, bahçeyi dağıtır, kuyuyu yeniden doldurur, dikmeleri birer birer söker, başımı alıp giderim… Uzatmayalım… Beş on gün bunu evde yatırdım. Kasabadan tanesi on kuruşa beş on tane sulfata aldım, içirdim, hani faydasını da gördü. Ben de bu aralık ekini kaldırdım, bahçeyi belledim, ama sulfatalar tükenince sıtma geri geldi. Bende her gün otuz kırk kuruş verip sulfata alacak hal var mı? Olsa da aradığın zaman bulunmuyor ki… Neyse, bir gün Aliye bana dedi ki: ‘Mustafa, bugünlerde sıtma bana öğlenleri geliyor, sabahtan kasabaya inelim, ateş basınca orda oluruz!’ İşte bu sabah kalktık gittik… Mücadele’nin kapısına varıp oturduk. Akşamacak bekledik… Ama domuzun sıtması gelmedi… O da bize düşman… Zaten dost olsa bizi gelip bulur muydu?.. Doktor şapkasını giyip gidene kadar ateşi gelmedi… Kalktık gerisingeriye dönerken yolda, şu bayırın altında yakaladı. Eve varmamızı bile beklemedi… Sırtıma alıp çıkarayım dedim, buraya kadar getirdim… Kuş gibi çocuk ama, yol çetin, dermanım kalmadı…
Mustafa sustu ve önüne baktı. Ortalık büsbütün kararmış, yıldızlar gökyüzünü doldurmuştu. Fakat ben, yerde yatan kadının çıplak ayaklarının titrediğini fark ediyordum. Zavallı, yabancı bir erkeğe duyurmamak için inlemesini bile zapt etmeye çalışıyor, açık ağzından ıslık gibi sesler çıkararak hızlı hızlı soluyordu.
-Hadi sana yardım edeyim de eve kadar götürelim!- dedim.
-Zahmet etme, bey… ben dinlendim, kendim götürürüm, ne kaldı ki…-
Ona herhangi bir yardımda bulunmak için düşünüyor, bir şey bulamıyordum. Bu kasabada gelir geçer olarak oturduğum için doktoru tanımıyordum. Bir şey yapamamanın verdiği acılıkla yerimden kalktım… Birdenbire aklıma bir çare geldi:
-Bana bak, Mustafa!- dedim. -Sen şimdi bir yerden küçük bir cam parçası bul… İyice temizle… Sonra karına nöbet geldiği zaman bir topluiğneyle şahadetparmağının ucunu azıcık del… Çıkan kanı camın üstüne sür, onu doktora götür…-
Mustafa, inanmayan gözlerle beni süzdü:
-Olur mu ki?-
-Neden olmasın? Sıtmalı kanda herhalde mikrop bulunur, bunu görünce de sana sulfata verirler!-
Mustafa:
-Baş üstüne beyim…- dedi. Fakat ben onun sesinden, bakalım, bir kere de senin dediğini deneyelim, demek istediğini anladım.
Kasabaya üç saatlik yolum vardı. Daha geç kalmak istemiyordum. Onları bulundukları yerde bırakarak bayır aşağı yürüdüm.
İki gün sonra akşamüzeri Mustafa’ya kasabanın çarşısında rastladım. Ağır ağır yürüyor, dalgın gözlerle elindeki bir şeye bakıyordu. Yanına sokuldum:
-Ne oldu Mustafa?- dedim.
Evvela tanıyamadı, uzun uzun süzdü, sonra hatırlar gibi oldu:
-Sen o dağda gördüğümüz beysin, tanıdım!- dedi.
-Ne yaptın?-
-Dediğini yaptım beyim!- diye acı acı güldü. -Doktora camı götürdüm. Sıtması üstündeyken parmağını delip kanını bulaştırdığımı söyledim. Yerinden kalktı, üstüme yürüdü: ‘Ulan kim bilir hangi sıtmalının kanını aldınız da bana yutturmak istiyorsunuz!.. Benden dalavereyle sulfata koparmaya kalkıyorsun, ha! Çabuk arabanı çek, yoksa şimdi seni polise teslim ederim!’ diye bağırdı. Ak gömlekli hademe de beni kolumdan tuttuğu gibi dışarı attı…-
Elindeki camı hızla yere çaldı, kırıklarının üzerine çıplak ayaklarıyla basarak, başka bir tek kelime bile söylemeden ve yüzüme bakmadan yürüdü gitti.
Gözlerim uzun zaman onun sırtına takılıp kaldı. Sonra dönüp yoluma devam ettim. Sıtma Mücadelesi’nin önünden geçerken, sarışın, mavi gözlü, ince bıyıklı ve iri gözlüklü genç doktorun, dispanserin kapısını kilitleyen hademeye sinirli sinirli homurdandığını duydum:
-Sana kaç defadır söylüyorum- diyordu. -Sokma bu herifleri benim yanıma!.. Dışarda kininin pahalı satıldığını duyunca hepsi sıtmalı kesiliyorlar… Ben bilirim bu köylülerin ne yalancı mahluklar olduğunu…-

Sabahattin Ali
1942



16 Ekim 2016 Pazar

"jimmy jimmy'ne başlatma şimdi jules! tamam mı? jimmy jimmy deyip durma"

jules: lanet olsun jimmy...  bu bok gerçekten enfes dostum! ben ve vincent bu boktan şeyleri içmeye o kadar alıştık ki, sıradan biçimde de idare edebilirdik dii mi? ha haa, ama bu bok gerçekten çok lezzetliymiş ııh...bunun içine ne kattın sen?

jimmy: kes artık july!

jules: nee?

jimmy: bana kahvemin ne kadar güzel olduğunu söylemene hiç gerek yok çünkü onu satın alan benim ve iyi olduğunu da biliyorum. alışverişe bonnie çıktığında boktan şeyler alır gelir. ama ben gurmelerin aldığı pahalı mallara takılırım çünkü içerken tat almak isterim.ama... şu an beni endişelendiren şey ne biliyor musun? kahvemin tadı değil, garajımdaki zenci ölü.

jules: aaa jimmy bak bunun için endişelenmene hiç gerek...

jimmy: hayır hayır hayır arık çok geç. bırak bu lafları. sana bir şey soracağım jules: arabanızla buraya gelirken ön kapıda "ölü zenci deposu" diye bir levha gördünüz mü?

jules: jimmy bak böyle bir şey görmediğimizi...

jimmy : sana girişte "ölü zenci deposu" diye bir levha gördün mü dedim!

jules: hayır... görmedim.

jimmy: neden öyle bir levha görmedin biliyor musun?

jules: neden?

jimmy: çünkü bu ev kahrolası bir "ölü zenci deposu" değil de ondan!

jules: jimmy bak öyle olmadığını ben de biliyorum....

jimmy: hayır hayır hayır hayır! bonnie eve geldiğinde bi zenci cesediyle karşılaşırsa beni hemen boşıycağını biliyor musun sen haa? ne evlilik danışmanı ne de aile terapileri! beni hemen boşar kahrolası tamam mı? ve ben kesinlikle boşanmak istemiyorum.  bak.. sana yardım etmek isterim july. bunu gerçekten isterim.bunu biliyorsun  ama sana yardım edicem diye karımı kaybedemem.

jules: jimmy bak bunu görme şans....

jimmy :jimmy jimmy'ne başlatma şimdi jules! tamam mı? jimmy jimmy deyip durma! tamam mı? bana karımı unutturabilmek için söyliyebileceğin hiç bir şey yok! .... yoksa var mı? bak, dinle. tam bir buçuk saat sonra evine gelmiş olucak. hastanede gece nöbetine kalmıştı. oraya buraya telefon mu açıcaksın, adamlarını mı arıycaksın? hemen yap! ve o geri dönmeden önce kahrolası kıçınızı toplayıp gidin burdan! 

jules: bizim istediğimiz de bu zaten. bir çuval inciri berbat etmek istemeyiz. adamlarımızı arayıp onlardan yardım istiycez. hepsi bu.

jimmy: demek bunu istemezsin haa?! ortada incir falan mı kaldı haa?! bonnie eve geldiğinde hepimizin canına okuycak! şimdi bana bir iyilik yap tamam mı? telefon yatak odasında. git ve hemen bu işi bitir.




12 Ekim 2016 Çarşamba

turizmcileri neden öldürmemeliyiz


bilemiyorum öldürebiliriz de
hayal etsenize mini şortlarla tokyo terliklerle bermudalarla
bikini üstlerinden memeleri taşanlar mı dersin
kan güneş kremi ve tuzlu sular
kaçışıyorlar çığlıklar arasında
yandaki dükkan müziği son ses açık bırakmış
o yazın en popüler şarkısı kulaklarımızda
bilmem ben belki kılıcı tercih ederim
bazılarımızda ağır makineli
bazılarımızda da muhakkak çivili sopa
peki ya hayaletleri ne yapacağız
yıkık emekli asker yazlıklarını
terk edilmiş instagram hesaplarını ne yapacağız
patlamış şişme kolluklarda kalan bir kolu
kiminle gömeceğiz kimi
ne yapacağız bu kimsesizliği
cümleler giderek uzayacak devasa otellerin harabelerine gelince sıra
geniş topraklar üzerinde yerle bir edilmiş binlerce oda
binlerce beylikdüzü binlerce zor geçmiş bir yıl binlerce dönünce anlatılacak gece
ve düşünsenize ilerlemeyen taymlaynlarını feysbukların
en son yüz yirmi altı beğeni almış
henüz her şeyden habersiz
köpeğine kendini yalatırken çekilmiş fotoğrafı güzel bir kızın
ne öldürmesi olum saçmalamayın
herkes gibi yaşayacak elbette insanlar hepimiz kadar
kalabalıklaşarak ve azalarak
intikamını alacaklar birbirlerinden herkes gibi yaşamanın
masalar donanacak elbette eski defterler açılacak
scooterlar vızıldayacak kız bacaklarında
of di mi bu yaz sivriler azıtacak
her yer rusla dolacak yabancı zannedecekler yeni saçlarınla
ülke kurtulacak terlikler şıpırdayarak
eski sevgililere birer kadeh daha dolacak
yeni ilginç yerlerle, insanlarla ve selfilerle bir sonraki yıla
sözleşecekler hayatta kalmaya
ve dönecekler kucaklaşarak herkes gibi mezarlıklarına
herkes gibi yaşamanın hayaletleri olarak
bilemiyorum işte herkes gibi bir kucaklaşma ve intikam
hayal edip durdum ben de siyasetten ve aşktan
kardeşlerimle kahramanca bir çatışma ama üniformasızız
veya eroinlenmiş gibi gülümseyerek dönmek elimde market poşeti karımın yanına
uykuya hamaklara şezlonglara ve dalgaların hışırtısına
bırakıp kendimi yıkıp geçtiğimi kimsesizliğimi
geniş topraklar açtığımı havaya uçurmadan önce terk edenlerle plazaları
yağan cesetler altında öpüşerek teselli edecektik
herkes gibi yaşamışlığımızı
ve kaybedecektik birbirinin peşine takıp
hayaletlerini birbirimizin
peki ya ne yapacağız dedim ben de
bu enkaz altındaki vatansızlığımızı
intikamsızlığımdan bir vatan hayal edip durdum
öbür yanağıma bir tokat daha
ve dayanacak bir kadın
kucaksızlığıma
herkes gibi sanıyor insan bilemiyor herkes gibiyken
göremiyor burnunun ucunu
asıl hayaletin kendisi olduğunu
ve tatile çıkaracak bir ceseti olmadığını ortada
çoktan kaybedilmiş bir cephenin altında
küçümseyerek barışmayı
çoktan başkasına aşık bir kadına gömülü
zayıf bularak kucaklaşmalarını
hayallere dalmış bir hayalet
herkes gibi sanıyor dönülecek bir ev
ve açılacak kendisine de bir mezarlık yer sanıyor
çoktan çarpılmış kapılar ardında
bozarak sessizliği
bulacakmışım gibi sanki cesedimi
ve kucaklayacakmışım gibi canlanana kadar
turizmcileri öldürmesek de olur
daha kısa şiirler de yazabiliriz bundan sonra
biliyorum üşeniyorsunuz
gözünüzü yoruyor uzun konuşmalarım
halbuki görmemiz değil
kokusunu takip etmemiz lazım
çürümüşlüğümüzün cahil kokusunu
öğretene kadar kendimize çoktan ölmüşlüğümüzü
ve çoktan terk edilmişliğimizi toprağa
rüzgara rağmen siyasete ve aşka
yakan ve kül eden şeylere
sise ve dumana
ey müslümanı bu zindanın
ey komünisti bu mağlup şehirlerin
ey romatizmalı yörüğü bozkırın ve dağların
allah aşkına şu korkaklığımıza bakın
bırakalım ve kavuşalım artık
ey nerede unuttuysak şu kayıp cesedimizi.


Barış Özgür

8 Ekim 2016 Cumartesi

ENFARKTÜS


Olaylar 80lerde kavak ağaçlarının kendi aralarında yaptığı fısıltı larla larla larlarla başlar. Lar.
Olaylar reno 12 steyşının kalın direksiyonu kavrayan acemi ellerdir çocuk.
 
Olaylar aralık akşamları ahmet kaya şarkılarının doldurduğu gökyüzünün karşılıksız kapısıdır.
 
Olaylar beyaz tenli bir kızdır yüzünden çiller yüzünde çiller
 
Uyuyup kalmak tahta divanda minderde dışarıda bir yağmurla kardeş
 
İmam hatipin avlusunda birinci kattaki sınıfın penceresinden sana bakan bir cift gözü n altında şımarmaktır olay
Olaylar ruyada bile okey oynamak, uzun samsun sigarasini cigerde söndürmek
 
Ev ekmeği icin bir leğen hamuru fırına birakmak
 
Ibrahimin klasikler kasetini ard arda dinlemek yeni safaktan makale kesmek tir olay
Yaşamak bu degil
Yaşamak bu değildi
 
Yaşamak bu olsa bile yaşamak bu değil deme gücünü boşa çıkmış hayallere karıştırıp beklemekti olay
Türk filmlerine bir an olsun inanmak
 
Fabrikaya seni sisli sabahlar yolcu ettiginde bunun da bir türk filmi oldugunu inanmakti olay
O zamanlar orada degildin
Şimdi de burada degilsin
Bu da bir yaşamak değil
 
Zarifoglu nun anlattığı yaşamak ile yaşamamak arasinda bir yer burası
 
Türkiye doğumu geciken bir ülke gibi yüzümüze kan sıçratip dururken bu katı havalar bitmeyen olay

Birden aklıma gelen bunlardan çok korkuyorum.



3 Ekim 2016 Pazartesi

ESMA'NIN BULUTLARI Hece 238de.



"Bitiriyoruz bir şiiri daha ellerimde
Yazabileceğimi bilseydim başlamazdım değil mi?
Şimdi bir şiir daha yetim Türkçenin göklerinde"