17 Şubat 2016 Çarşamba

tabut, murat yalçın

15 Aralık 1977 Perşembe günü öğle sularında Kumkapı pazarında çıtçıtlı cüzdanlarını düşüne taşına açıp kapayan annelerimizi atlatmışızdır. Trene takılıp Cankurtaran’da inmiş, Erol Taş’ın kahvesinin önündeki küçük meydanda biraz dinlenip Sultanahmet’e çıkmışızdır.

Kahve duvarındaki on ikilik çiviye takılı siyah tahtadaki “Maç-Saha-Tarih” çizelgesini sarkık bıyıklı bir İspanyol paça, eciş bücüş doldurmuştur. Sahildeki toprak futbol sahasında kale direklerine gerili çamaşır iplerine akşamdan yıkanıp asılan, orası burası sökük, sırtlarından numaralar sarkan Cankurtaranspor’un Arjantin formaları bizi haftasonlarına götürmüştür… Her forma kendi omzundan mandallanmıştır ipe, sapa yerde. Peki çamurlu kramponların upuzun bağlarıyla kale ağları akşamın sert rüzgârında hangi yöne uçuşmuştur?

Soluk tozlu paslı mavi hurda tren bozuk kapılarıyla yanaştı mı istasyona, hele öğle saatlerinde ıssız vagonlarıyla –avukatlık bürolarında getirgötür işleri yapan bastonşemsiyeli çocukazarlayan amcalarla hacıanne kılıklı hamaratpazarçantalı çocukazarlayan teyzeler vardır tek tük– treni kolumuza takıp Marmara kıyılarında saçlarımızı rüzgâra bırakmışızdır, küçük bir haydut çetesi olaraktan. İstasyonda, “Bu devirde kimseye acımayacaksın bacım… Ayağına mı bastılar, allah yarattı demeyip basacaksın tokadı!” diyen bir erkek sesi, caddeden gelen acı fren kokusuna karışmıştır. Batık gemilerle dolu Marmarmaramarmaramaramaramaramaramaramaramaramaramaramaramara diplerini hayal etmişizdir. Halkalıdangelentrenlerin raydan çıkıp denizin üstünden aşk olsun diye Haydarpaşa garına dalışı ne güzel olurdu, diye konuşmuşuzdur.

Kalabalıklardan uzak durun tembihleri, her sabah kulağımıza çakılmıştır. Kırmızı yağlıboyalarla karanlığa işlenmiş sloganlarla doludur duvarlar. Tek Yol Devrim, Kurtuluşa Kadar Savaş, 1 Mayısın Hesabı Sorulacak yazılarının arasında koşturmuşuzdur. Yerel seçim artığı CHP, AP, MSP, MHP, CGP, yeni belediye başkanı Aytekin Kotil, haber bülteni artığı Jimmy Carter, Zülfikâr Ali Butto, Menahem Begin, Moshe Dayan, Enver Sedat, Ziyaülhak, Arafat, Kral Hüseyin, Zeki Yamani… hiçbirini umursamamış, daracık tişörtlü, İspanyol paçalı Orhan Gencebay’ın börülce gözlü Fatma Girik’le çevirdiği Hatasız Kul Olmaz filmini görenler görmeyenlere anlatmıştır yolda. Oysa daha dün Çemberlitaş’ta Selvi Boylum Al Yazmalım filmini seyreden teyze, tüpgaz kuyruğundakilere Türkân Şoray’ın Kadir İnanır’la Ahmet Mekin arasındaki içler acısı halinden bahsetmiştir salya sümük. Kuyruğun ön sıralarındaki emekli amca burnunun ucuna düşen kalın çerçeveli gözlüğünü yukarı itmekten yorgun, “Kim yok diyorsa bana gelsin, göndereyim” diyen Milliyetçi Cephe hükümeti başbakanı Demirel’e sövüp saymıştır, boğuk öksürüklerle ağzına dolan balgamı dilinde evirip çevirerek.

Rengârenk, tozlu, külüstür Hippi otobüslerine parmaklarımızın ucuyla dokunup geçmiş, meydanı dolduran Barış Manço’lara alaylı selamlar göndermişizdir uzaktan. Bizim Barış Manço’muz başkadır. Onlar ecnebi! “Ecnebi” sözcüğü siyah bir rugan çizmedir hayalimizi ezen –Mütareke yıllarının düşman çizmesi! Ege’yi işgal eden, kötü, kara, iğrenç çizmeler… Sinema biletlerindeki “ecnebi filmi” ibaresine de gıcık olmuşuzdur. Çiçek aşısı yerine tüfek aşısı mı vurulmuştur omuzlarımıza, nedir?
Marmara’dan esen yeldir, karıncalatan siyah-beyaz ekranları. Tepeden bakıldıkta, İstanbul’un bütün balık lokantalarının çöpü boca edilmiştir çatılara, balık iskeletleri anten olmuştur. Denizlerimizden esen rüzgârdır en heyecanlı yerinde Bonanza’yı önümüzden silip süpüren, haber bültenlerinde “ilk belirlemelere göre” kaç kişinin öldüğünü duyurmayan. Okuma yazma öğrenmişiz ya, okumak zorundayızdır tasfiye edilmiş dükkân camlarına yapışmış güneş kavruğu gazete sayfalarını.

Sultanahmet’in avlusunu çocuk parkına çevirmiş, şadırvanda birbirimizi ıslatmış, soğuk mermerlerin üstünde bacaklarımızı dalgın dalgın sallayarak ayıp şeylerden laf açmışızdır, musalla taşındaki tabutu umursamadan.

Paltolu, gözlüklü, eşarplı, ağlamaklı koyu bir topluluk avlunun bir köşesinde soğuktan büzüşmüştür. Yakınlarında dolaşan ölümü siyahlar giyinip yüzlerinin akıyla uğurlamaya çalışan güruh. Sıkılmışızdır bu kalabalıktan. Kat kat giyinmiş, atkılı, lastik ayakkabılı esansçı dede de sıkılmıştır kuşkusuz. Küçük, kirli şişelerden kararmış şırıngasına çektiği ağır hacı kokularını boca edeceği içi pamuklu plastik esans kutucukları taşımaz bu insanlar, şırınganın dibini de üstlerine fısfıslatmazlar. Esansçının önünden, lağımcının yanından geçercesine, yüzlerini ekşitip burunlarını tutarak geçerler.

Ötede, kıvrım kıvrım rendelenen denizin okşadığı kıyıda, kalın yosunlu taşlar, kadifeden, saçaklı saray yastığı uykusundayken sarıayetçerçeveliyeşilçuhalı tabut öylece duruyordur, başında el pençe iki kişi. Marmara’nın kayıkları, patpatları kibarlığında gezinip cami avlularına demir atar tabutlar. Tabut tabuttur. Sessiz, fısıltılı, ölü süsü verilmiş kalabalık yüzsüzdür, cansızdır. Tabut canlıdır oysa, avlunun nabzıdır. Bu kalabalık bir parça da alabalık sürüsüdür, siyah gözlüklü: Gözleri ceplerinde bir çift misket adamlar, midye kabuğu kulaklarına iç pilavı dolduran kadınlar…

Yan yana, üst üste dizilmiş çelenklere çaktırmadan yanaşıp uzaktan gözümüze kestirdiğimiz çiçekleri çalarken, Kırmızı Ömer’in çıraklık yaptığı derme çatma demirci atölyesinde köşk bahçeleri, oteller için demir çiçekler yapan o çelimsiz demirci ustasını anımsamışızdır. Bir kilo demir mi ağırdır, bir kilo pamuk mu, sorusu denli şaşırtıcı bulmuşuzdur demir çiçekleri, Kırmızı Ömer’in kızıl saçlarını.

Avlunun girişinde siyah eldivenli bir adam üstüne toplu iğne iliştirilmiş siyah-beyaz cenaze resimleri dağıtıyordur önüne gelene. Kim ölmüş, kim kalmış ancak anlaşılıyordur, yakalara takılınca resimler. 

Terslenmişizdir muhakkak; ama meraklıyızdır, ölenlerle kalanların hesabını tutuyoruzdur. Mantar tabancalıyızdır, çeteyizdir. Sokakta çürümeye terk edilmiş külüstür Amerikan otomobilini mekân tutmuşuzdur Kadırga’da. Siyah, damalı, su sayacı saatli taksinin koltuklarında eylemler planlıyoruzdur. Gangsterizdir! Şimdi bu adam kim oluyordur da bizden esirgiyordur topluiğneli cenaze resimlerini. Üç arkadaş göz göze gelmişizdir. 

Çelenklerden çiçek aşırırcasına elindeki resimleri avuçlayıp kaçmışızdır. Topluiğneler saçılmıştır mermere.
Çaldığımız başka şeylerle merkeze, Palamut’umuza dönmüş, orada paylaşacağımızı paylaşıp işe yaramaz şeyleri yayları fırlamış koltuklara bırakmışızdır. 

Birbirimizin göğsüne iğnelemişizdir resimleri. Pazardan, tüp-gaz kuyruğundan, komşudan kazak örneği almaktan dönen annelerimiz bizi azarladığında, “Cenazemiz vardı da…” diye dalga geçmişizdir. “Ne cenazesi? Kimin cenazesiymiş?” İnanmazlarsa göğsümüzü gere gere göstermişizdir resmini:
oguzatay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder