14 Temmuz 2015 Salı

                               
  

   Bu mektubu yazıp bitirdim sayılır aslında yazmaya başlamadan, Sefiller kitabının kahverengi güzel kapağını okşamadan, şu kuş sesleri, şu acıyan dokunan sıcak gök, şu sabah avuntuları dolmaya başlamadan kuleme, Baden kırlarına, Rus roman karakterlerine, aklıma gelen saçlarına, ilk ve tek buluşmamızda bana çekingen ama dikkatli bakan gözlerine, o dikkatin sonradan çaya attığım şekeri böldüğümü fark edişin halinde kelimelerden aklıma dökülüşüne, kız kardeşinin güçlü kalemine, son öykünün yağmur olmasa da bana yalnızlıkların bütün üşümelerini anımsatan nedense soğuk bir yağmur edasında yansıyışına,” insan acılarına ve hatırlamalarına yerleşmek ve orada huzur bulmak ister bu tuhaftır insan acılarında huzur bulmak ister” diyen seslerime,………………..

     Adı da konmuştu o anlarda, Turgenyev’in henüz bitirdiğim romanının bir yerinde durup durup bunları yazarken, demirden ejderhalar düşlerken, severken ve beklerken ve ruh hastalıklarının doğasına dair kendimi teşrih edip gözlemler yaparken, küçük ev aletlerini, kavanozları, bardakları, fincanları ve araba maketlerimi severken, bir imansızlıktan imana göç etmek istercesine severken………………

   İçinde yaşadığım evin bana benzeyişinden evin beni kendine benzetişine geçerken, okuma isteğinin beni yorup okumaya mecalim kalmazken, uykusuz gecelerden sonra yakalandığım sabah doğuşlarının en sevdiğim anlar olduğunu kendime izah etmeye çabalarken ve bunun uzun bir gece terapisinin ardından bana sunulan bir armağan olduğu kanısına varırken, “acaba dünyaya şiir yazmak için mi yollandım eğer böyleyse bunu Allah istiyor ama öyle değilse dünyaya eğer şiir yazmak için gelmediysem ve başka da “yaptığım” bir şey yoksa dünyaya neden geldim acaba” sorularını kendime sorarken…

    Eğer biz şiir yazmak için geldiysek şiir ilahi bir emir ve bunu yazdıran Allah. O zaman rahatça bir nefes alıp izlemeyi sürdürelim başta kendimiz olmak üzere her şeyi değil mi? Ama yazmak biraz da şeytanın işi, bundan eminim artık. Görüyorsun aslında içimden geçenlerden ve yazarken güzelliği gözetmekten başka yazacak pek de bir şeyim yok. Hatıram yok.

     Temmuz 95. limoncu camiin karşısında karpuz satardık. patronun tek kasedi buydu akşama kadar döner dururdu. ismet özel yeni şafakta "ben bilime bayılırım" diye -gene iki kere kendini okutan anlamak için- bir yazı yazmıştı o günlerde. işler kesattı. haftalığım konusunda yaptığım pazarlık sonuç vermezdi. ibrahim mormenekşe ikircikli bi şekilde hem bana gaz verip hem patrondan yana görünürdü. hbb kupa amerika maçlarını verirdi öğleden sonra iki buçukta arada maça bakardım. kaset kapağını ezberlemiştim, burhan bayar'dan ibaretti kaset. müslüm'ün gömleğini de sevmiştim. babamdan çok korkardım.
ve gene korkmak istiyorum aslında.

  Sokaklar üşür mü? 
Ruslar Avrupalı mı? 
Romanlar haklı mı? 
Aşk bir roman sanatı mı? 
Keman kar yağdırır mı?
Ağaca neden sarılarak veda etti barla'da Bediüzzaman? 
Trenler bu kış da penceremden geçmeyecek mi?

   



    Onun da duyguları var. robotları da allah yarattı. robotların da duyguları var. o çalan müziğin de duyguları var. Benim de var. müzik roket rampa. kulaklık da ağlıyor bu müzik sebebiyle günlerdir. asIl müzik sessizlikte, o ayrı. 

   Asıl müzik durmadan yutkunan bir adamdır. Büyük Türk Şiiri’nin kemiklerine kadar yapılan kazısında.

   Büyük Türk Şiiri yutkunan bir adamın parmaklarına emanet edilmiş nice sessiz gecelerdir.

   Asıl müzik Boğaz Köprüsünü yıksa keşke. 

   Asıl müzik şu parmaklarımın tuşlara verdiği ama henüz ben duymadım ve duyar gibi yapmayı da iyi bilirim.












Hiç yorum yok:

Yorum Gönder