22 Aralık 2014 Pazartesi

allah-u akbar!


cennet başkalarıdır.


torino atı

dışarısı kırbaç sesi, içimde bir torino atı
açım.
belki de özlemi açlıktan sayıyorum. toplan dünya. yaşam toplan. çaresiz sahiplik toplan.
gitmiyorum, hadi bakalım şimdi de gitmiyorum. aklım tahta bavulların içinde yolculukta.
ben buradayım akılsızlığın başında hasta bir ruh gibi koşulamıyorum.
dur, bunu anlatamazsam çok ağlayacağım.
ölüm geliyor bir şeyi anlatamamak zira. tımarlanmıyorum deli atlar gibi kalbim duracak.
vaktin peşindeyim. bazen de duruyorum saatler gibi olmaz zamanlarında.
soğuk.
soğuktan donuyorum sen anlamayınca. duydun mu ne diyorum?
soğuk bir ateş kırmızısında, harlı. hastayım.
at gibi bütün yemleri ve suyu bırakarak yemekten içmekten kesildi anlatacaklarım,
şimdi biraz hasta kalmak istiyorum.
yalnızlanmak,
hayat, yağmur sıkıntısı ve olacaklar, gözüm yolları isterse bitiriyor.
sonuna geliyorum. sayfaları çabuk çabuk çevirirken ellerim bitmesin hiç bitmesin istiyorum
şimdi bilmediğin bir yanındayım.
seni bulamıyorum.
aklım karışık. atın hüznünden bulaşıyor kapılara.
yine de açıyorum, ben hep açıyorum kapının kolunu tutuyorum elin gibi
müzik sesi geliyor resimlerden. galiba deliriyorum.

bir şiiri clint eastwood


18 Aralık 2014 Perşembe

SENİ ÖZLÜYORUZ SÜLEYMAN


                          
Senin yağmura bakışından başlayarak coşkunu özlüyoruz.

Uçsuz bucaksız kahkahalarını özlüyoruz.

Yazmaya başladığında koşan atlarını özlüyoruz.

Yaktığın sigaraların başka göklerde bile meşaleler gibi parlayışını özlüyoruz.

Şarkılara saklanışını değil, şarkıları güzel yapan dinleyişini özlüyoruz.

Dualarını özlüyoruz ki her birinde Ebu Zer seni seyrederdi.

Şiir okuyuşunu özlüyoruz arkadaşlarına ki her okuyuşun o şiiri tekrar yazdırırdı.

Senin çocuklara onlarla aynı yaşta olup sarılışını özlüyoruz.

Umutlarının güzel yalanlarını özlüyoruz.

Baktığın dağı, yürüdüğün yolu, boğulduğun denizlerini özlüyoruz.

Annene döktüğün içini özlüyoruz.

“Kalenden çıkma, incinirsin” diyen arkadaşına bakışlarını özlüyoruz.

Zamanın gâvurca geçişinin senden yitirdiklerini özlüyoruz.

Yalnızlığının kalabalığını özlüyoruz.

Kullarını döve döve yola getirmeye çalışan allahını sevmekten kan revan içinde olan yüzündeki o kırık tebessümünü özlüyoruz.

Nihan’a, özcan’a, erkan’a, metin’e taşkın bir enerjiyle karanlık anlattığın anlattığın anlattığın mutsuzluklarını, ölüm yüklerini özlüyoruz.

Kendini kahrederken bile derinden hissettiğin adalet duygunu, espri anlayışını özlüyoruz.

Öfkenin estetiğini, güzelliğini özlüyoruz.

Güzelliğe duyduğun iştiyakın senin diriltmesini özlüyoruz.

Seni özlüyoruz, ki o sen külden yangınlar doğuran niyetlerin sahibiydin.

Seni özlüyoruz çünkü sana baktıkça duyduğumuz rüzgardan nasibimize nice serinlikler inerdi.

Seni özlüyoruz ve sen kapanmış demir kapı sesisin artık.

Sen aşktın, sen aşıktın, sen deliydin, sen manyaktın, sen vardın.

Şimdi adını taşıyan gölgeyi oradan oraya sürüklemekten

Şimdi ruhunu rehin almış yanlış öfkelerine her gün kendinden kurbanlar sunmaktan

Şimdi öyle kalpsiz öyle allahsız- ki ikisi birdir- öyle kansız

Şimdi öyle dünsüz bugünsüz ve yarınsız

Şimdi ağzından dumanlar çıkan yaralı hayvanlar gibi öyle hırıltıyla






17 Aralık 2014 Çarşamba

çoğalmak


                             
Çocuklarımızla 
Atlara biniyorduk

Dönüp bakarken geçmişe - kumandalı 
Atlara biniyorduk 
Benim çok çocuğum oldu 
Kadınım sen onların yüzlerini 
Çalılardan kolla

Bütün çıplaksın - omuzların 
Birbirine içiçe iki saat rakkası 
Gelecekte kumandalı - dönüyor 
Güneşi alıyor - alıyor gövden 
Karanlık eşyada bulup 
Ürkünce parlayıp koşan hayvanda bularak

Çocuklarımızlaysa - seçerek beni 
İçinin çağırması bir kır hayvanı düzlüğüyle 
Bedensel - seçerek ve buyruk üzerine 
İçine alışın doyuruşun 
O erkek giysilerine giydirişin

Doğanın çizdiğini 
Çizip kanattığını hiç görmedim seni 
Çalı eğildi yumuşadı batan taş 
Kabuklar düz bir sıyrılma oldu 
İşte en başta ve değişen dünyada - durmadan "sen" 
kalabilirlikle

Güzel kılınan sen 
Beni de kutsal sıvamaktasın

Güzelleşiyorum çocuklarımızla 
Hatırladıkça koşuyorum - biz geleceği 
Çoktan yaşadık öylemi kadınım 
Koşarak hatırlıyorum alnımın terini 
Avucumda tutup doyuran buğday ağırlığında 
Sunarak göğe 
Sınayarak elimin alnımla anlaşan hünerini 
Ve hatırlıyorum koşarak o gelecek zamanda 
İçimize söyleyen sese akıyorduk 
İlkin korkuyorduk 
Taşın kovuğunda oturuyorken 
Önümüzde ağaçsız düzlük - Çöl yada kumsal 
Gökte o acaip bakılamayan parıltı 
Buyruk alıyorduk
Açık 
Anlamlı 
Şu bildiğimiz gibi
Ve dünyada 
Yere basarak 
Oku'maya başladık

Ben çocuklarım ve kadınım 
Bilerek erkekliği yeryüzünde 
Onun koşturmasıyla koşarak 
Bilerek kadınlığı yeryüzünde 
Onun koşturmasıyla kapanarak 
Erçocuklar sezinleyerek 
giderek tanıyarak erkekliği 
Onun koşturmasıyla atılarak 
Kızlar kendilerinde doğrudan bularak kadınlığı 
Onun koşturmasıyla açılarak 
Hızla istekle alarak
Ben ve kadınım 
Açık anlamlı şu bildiğiniz gibi 
Ve dünyada 
Yere basarak 
Erkekliği ve kadınlığı hükümet ettik

Somuttur benim başım 
Rüzgar yüzümde engellenir 
Su akar saçımdan 
Öfkemde alnımda "v" damarı kabarır

Kadınımla hayvana benziyorduk 
Saçaklı üç kollu üç ayaklı 
Eti eti alıyordu bir hayvanı ( Boğuyorduk 
Yoruyorduk 
Ağırlıyorduk ) aramızda

Et eti alıyor - sert'e çarpıyor kanlı'dan geçiyor 
Değiştirmeden bırakıyordu

Çocuklarımızla 
Atlara biniyorduk 
Dönüp baktırarak başımızı 
Ardımızda kalan topraklara - Buyruk alarak 
Atları belirginliğe kamçılıyorduk 
Açık 
Anlamlı 
Şu bildiğiniz gibi 
Ve dünyada 
Yere basarak 
Haberi alıyor yayıyorduk işlenmiş ovalara 
Sesimiz olan atımızla - atlarımız olan sesimizle 
Kadında çocuklarımızı çoğaltarak - şiirimizle 
Kent kurulu yamaçlara - ıssız dağlara da

Tanıkol 
yer sahibi gök sahibi 
aktığımıza 
İçimize koyduğun sesle

Cahit Zarifoğlu

ağıtlar toplamı


(Naci’ye ağıt)

Ben alır başımı giderim bir gün 
Ege adalarına şarap içmeye
Oturup güngörmüş papazlarla teslis konuşmaya
Ve bir rüzgar koklamaya üçyüz yıl gelecekten
Çocuklarımız ve kadınlarımız
Ve bütün karmaşıklığımız, düzelse
Ben hala sorar dururum bir karpuz sergisinde,
Öğrenci yurtlarında nasıl hazırlanıldığını
Acele yemekler ve yataklar karşısında
Üzümcülerin ve balıkçıların sürümcemesi karşısında
Kabaran bir hüzündür gitgide aşk olur
Kalkıp tokatlarız bir yanlışlığı
Tutar bizi kan gibi tutar eksikliğimiz
Önce öyle sandırılırız, sonra inanırız
En kaba dağlarda incelik bulduğumuz
Yarım yamalak bir insan, bir sayı olduğumuz
Ve yaşlı bir kurdun öldüğü vakit
Şişer, ağar yüzeye morarmaz cesedimiz
Sarar ince bir sızı kalplerimizi
Çünkü dağlarda bahar tazelenirken
Taze yeşiller hazırlanırken
Ben sorarım bir gün, boğuk kışlalarda
Nasıl hazırlanıldığını sahipsiz sılalalara
-kirli ve perdesiz camlar karşısında
Bakır sinilerle camiler karşısında-
Baharı yani çiçekleri yani en olağan mutluluğu
Bilmenin tam karşısında
Üç renkli kedilerin dişiliğini
Bakkal, memur pijamalı babalarla birleşen
Saç örgülerini küçük kızların
Kaçamak buluşmalarını ara sokakların
Ve bilinçsiz katlanmasını koskoca bir gövdenin
Suya ateşe, açlığa ve kana, sorarım
Ölmeyi, ölürken kaç yaşında olmayı
Hatıran bir güldür bana
Ellerin bir yakınlıktır
Geçmişi ular gecelerime
Hatıran bir güldür bana
Büyük caddeleri sevdiren bana
Büyük özürleri bulduran bana
Sağlam kılan soyumuzu
Ben artık herkesi tanırım
Çünkü kış geldi
Çünkü kış sonsuzdur, öğretir.

Benim şu ellerim bir şaşkınlıktır
Kadını ve kızı ve suyu tanımaz, dayanır


Turgut Uyar 

14 Aralık 2014 Pazar

ODALARDA




Adam ölür.

Adam hiç ölmeyecekmiş gibi ölür.

Bir bardaktan çaydan ölür adam baktığı duvardan ölür tuttuğu elden öptüğü dudaktan ölür.

Hiç ölmemiş gibi ölür adam ve bir daha asla ölmeyecekmiş gibi ölür.

Baktığı gözden gözbebeğine saplanan iğnelerle ölür.

Kendine ölür.

chuang tzu, chuang tzu'nun peşinden


Meyva vermeyen bir ağaç kadar
faydasız olsun bu yazdıklarım.
Dallarını meyvasına tamâ edip
kimse taşa tutmasın.
Bu yazdıklarım çok budaklı, cok bükümlü
bir ağaç kadar faydasız olsun.
O zaman marangozlar
kesip biçmeye değer bulmaz böyle bir ağacı.
Dokusu gevşek, gözenekleri geniş, reçinesiz
bir ağaç gibi faydasız olsun bu yazdıklarım.
Odun olmaz bu ağaçtan desinler,
yakmasınlar.
Faydasız olsun, yine de
bir ağaç gibi olsun bu yazdıklarım:
Kökü toprakta;
başı gökyüzüne dönük.
Belki kimse bahçesine dikmez,
şehrin bulvarlarına da sokmazlar onu.
Ama
uzak, kıraç bir ıssızlıkta
bunalmış bir yolcu
dibinde oturacağı,
sırtını dayayacağı bir ağaç buldu diye
ferahlarsa
bu yeter.

çeviri: ismet özel


13 Aralık 2014 Cumartesi

760. gün


Cahit Zarifoğlu ölmüş. Bugünün adı bu olacakmış. Bir ay kadar önce öğrenmiştim onulmaz sayrılığa tutulduğunu. Bazı kanserler mutlaka çok büyük bir çocukluk mutsuzluğuna bağlıymış gibi gelir bana.Hiçbir bilimsel tutanağı olmayan bu kanıya tanıdıklarımda bir şeyler göre göre vardığımı sanıyorum. Bir izlenim işte. Zarifoğlu’nu tanıdığım yılları düşünüyorum. Sevinçlerle büyümüştü sanki. İyi şairdi. İlk şiirleri de iyiydi. (Sezai) Karakoç çevresinden. Daha yüz yüze gelmeden, 1962’de bana, Paris’e bir mektup yollamıştı. Adresimi Sezai (Karakoç)’dan almış. Saklamamışım o mektubu. Zarifoğlu, o sıra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenci. Yurtlardan sıkılmış herhal, İstanbul’a dönüşümde, birlikte ev tutup oturmayı öneriyordu mektubunda.Ben de bir tuhafım o günler. Bir ölçüsüzlük görmüştüm bu öneride. O ara otuz yaşı dönmüşüm. İyi sayılan bir aylığım var. Ne yani, bu çocuk öğrenci hayat koşuluna mı indirmek istiyor beni. Dönüşte yeniden tanıştık. Zaman zaman vapurda, yolda, Sezo’nun (Sezai Karakoç) evinde-bürosunda rastlaştıkça konuşurduk, (ama her şeyden)… Daha çok 1964–1966 yılları. Söylenmemiş güzel sözler de vardı aramızda. Ama bir arkadaşlığımız olmadı. Serüvenlerinden söz ederdi. Bunları, tuhaf yanlarını öne getirerek anlattığını anımsıyorum. Şiirine de yansımıştır. Sezai ile onun bu tavrı ve öyküleri üzerine çok konuşmuşumdur. O yıllarda mukaddesatçı genç sanatçılarla, aramızda büyük kopukluk yoktu. Kopukluğu onlar yarattı.
Zaman nasıl da akıp gitmiş? Tam yirmi yıl oluyor Cahit Zarifoğlu ile görüşmeyeli. Bir gün de bin yıl olacak.”

Cemal Süreya, Günler s.304

kesik

Yaşamanın kesik bir yerinde
Sevgiler yüzleri düşündürürdü
Gide gide incelen, kaybolan
Uçucu anlamlar kalırdı ağırlıksız
Kırılıp dökülen bir şeylerden.
Şimdi hiçbir şey değiliz, doğru mu?
Bizim için kimse kimsenin bir şeyi değil
İlgiler gündelik giysiler gibi eski, inceliksiz
İsa’dan bu yana giydiği herkesin.
Yaşamanın kesik bir yerinde uzun uzun
Deli bir adam, savruk bir kız
Bir duruma bağlarlardı kendilerini
Var bilinen, sürüp gidecek sanılan.
Güz geldi mi üst üste üç güz gelirdi
Her gün başka olmaktan yüzlerce olurdu.
Her kuş yüzlerce olurdu, anlatılmaz güzel
Ufalır ellerimiz tutula tutula..
Biz şimdi güzleri ayrı ayrı,
Kuşları güzelsiz, yüzlercesiz
Bir bakıma öldük, açıkçası bu
Bir başka bakıma nedensiz, evetsiz
Unutmaya yaşıyoruz günleri, doğru mu?

gülten akın

fillerce susmak


Gecenin ortasında bir güldürüydü
Fillerdi gitgide irileşen
Apaktı, uykuydu güneş saati
Alanlar alanlar dolusu üşümek

Şenliğiydi göklerin bu duygu karmaşası
Yüzler bir başka gün batar batmaz
Alanlar alanlar olmağa doğru
Dolup gözlere gelir sevişmek

Onlardı ayaklanan geceye karşı
Onlardı her sokakta binlerce susan
Koskoca bir fildi üşümek.
Ocak 1962
Egemen Berköz
(Çin Askeri Ah Devran, Oğlak Yayınları, Mart 1995)

24 Kasım 2014 Pazartesi

               

trapezin elleri




Müminler kardeştir
İşte bu yüzden öldürürler birbirlerini
İşte bu yüzden dağların başına resim olan keklikleri
Bekleyip bir ağacın gölgesine yatarak
Vururlar ve kan hiçbir şeydir onlar için.
Şehirden köylere eskimiş diye gönderilen elbiselerin
Kederini de bilmezler
Çünkü modadır unutmak.
Parmağını prize şaşkınlıkla sokan çocuklara
Ceza verirler otobanlarda ateş aldıkları levhaları unutup.
Şiir yazar ve sadece korkudan şarkı söylerler
Oysa mercedesi olanın umudu artık kalmamıştır.
Zorbalaşırlar, sevişmekten gövdelerinde yer kalmayınca
Ve enteresan bir aşktır tekrar koca evine dönmek
İhanetin gözleri yataktan beri yoktur
Müminler kardeştir
İşte bu yüzden öldürürler birbirlerini
İşte bu yüzden tütüncü dükkânlarında trapezi över
Ama uzatmazlar kimseye ellerini.
Savaş günleri olmasa bile ekmek kuyruklarında torpil ararlar
Birkaç adım önde olmak için / Park etmiş araba iyi bir bahanedir
Çağ atlarlar ama bilmezler
Acıya dokunmadan düşmenin bir önemi olmadığını.
Bütün düşünceleri kazanmak üzerinedir
Aşkta kaybetmeyi borsada kaybetmeye tercih ederler
Müminler kardeştir
İşte bu yüzden öldürürler birbirlerini
İşte bu yüzden çıkardıkları yasalara uygun birer ecnebi olur
Adliyede; bir hastaya yalandan bakan hastabakıcı gibi
Müvekkiline ilgi gösteren avukatlardan kanunlarda yırtık isterler.
Çünkü hiçbir mısranın sevgilisi olamamışlardır.
Devletin koridorlarına sığınıp pencereden baktığı boşluk olmasa
Varlığı anlaşılmayacak olan hademenin ölümünü
Kütükte açılacak bir kişilik kontenjan olarak algılarlar
Onlara göre yoksulluk kışla başlar, yazla biter
Ama bilmezler
Yaşamak varlığın kanıtı değildir
Bülent Parlak

16 Kasım 2014 Pazar

ben var ölmek, ülkü tamer





Ben var ölmek
İstemek bir boyalı tebeşir
Karalamak ölümü
Ondan sonra gidilir

Bir uzansam çatıya
Kuş uçursam ilmikten
Ağzında cam kırığı
Keser ipimi birden

Dokusam kadehimi ince bir arsenikle
Kandırır tezgahımı, dostluk kurar mekikle
Suda görsem kendimi bakarım ayna olmuş
Ne kemik tarağı var, saçımdaysa üç yüz kuş

Ben var ölmek
İstemek, vişne renkli bir balta
Tırnaklarımı kesmek
Sonra atlamak, ata

pişmanlık



Mantes'da "Saval Baba" olarak bilinen Bay Saval yeni kalkıyordu yatağından. Dışarıda yağmur yağıyor. Hüzünlü bir sonbahar günü; yapraklar dökülüyor. Yağmurla birlikte usul usul düşüyorlar. Daha yoğun, daha yavaş başka bir yağmur gibi düşüyor yapraklar.
Bay Saval'in keyfi yok. Şömineden pencereye, pencereden şömineye gidip geliyor. Yaşamda, bazen, iç karartıcı günler vardır. O artık altmış iki yaşındadır ve yaşamında bundan böyle hep karanlık günler olacaktır. Yalnız, evde kalmış, kimsiz kimsesizdir. Ne acı böyle yapayalnız, gerçek sevgiden yoksun ölmek!


Bomboş, çırılçıplak yaşamını düşünüyor. Geçmişini, ta çocukluğunu, evini, ailesiyle birlikte yaşadığı evini; lise yıllarını, gezintilerini, Paris'te hukuk yıllarını hatırlıyor. Sonra da babasının hastalığı ve ölümünü. Annesinin yanına geri dönmüştü. Yaşlı kadın ve genç adam, birlikle, herhangi bir beklentileri olmadan sessiz sedasız sürdürmüşlerdi yaşamlarını. Daha sonra, o da ölmüştü. Ne kötü şey şu yaşam!


Şimdi yalnız kalmıştı. Ve çok yakında sıra onundu, o da ölecekti. Kaybolup gidecek ve her şey bitecekti. Artık yeryüzünde Bay Saval olmayacaktı. Ne korkunç şey bu! Diğer insanlar yaşayacaklar, birbirlerini sevecekler, güleceklerdi. Evet, insanlar eğlenecekler, ama o olmayacaktı. Ne garip ölümün önüne geçilemeyeceğini bile bile neşelenmek, eğlenmek, gülmek. Ölüm olası bir şey olsaydı bari, bir umut kapısı olabilirdi hiç değilse. Ama yoo… kaçınılmazdı ölüm, tıpkı gündüzün ardından gecenin gelişi kadar kaçınılmaz.
Dolu bir yaşamı olmuş olsaydı hiç değilse! Bir şeyler yapmış, serüvenler yaşamış, büyük zevkler tatmış, başarılara, her türden doyumlara ulaşmış olsaydı! Hiç, ama hiçbir şey yapmamıştı. Uyumak, aynı saatlerde yemek yemek ve yatmaktan başka hiçbir şey. Ve böylece altmış iki yaşına kadar gelmişti.


Diğer erkekler gibi evlenmemişti bile. Neden? Evet, neden evlenmemişti? Oysa evlenebilirdi çünkü fakir sayılamayacak kadar mala mülke sahipti. Acaba eline fırsat mı geçmemişti? Belki de! Ama fırsatları insan kendisi yaratmaz mı! Uyuşuktu. Evet bütün sorun buydu. Uyuşukluk onun en büyük derdi, kusuru, en kötü yanıydı. O kadar çok insan uyuşukluğu yüzünden yaşamını boşa harcar ki! Bazı insanlar için kalkmak, hareket etmek, adım atmak, konuşmak, sorunlara kafa yormak ne büyük iştir!
Sevilmemişti bile, hiçbir kadın aşkından mest olup göğsünde uyumamıştı. Beklemenin o tadına doyulmaz sıkıntısını, sabırsız bir elin o kutsal ürpertisini, coşkulu bir tutkunun hazzını hiç yaşamamıştı.

Dudaklar ilk kez karşılaştıklarında, sarmaş dolaş dört kolun tek varlığa, birbirleri için çıldıran iki kişinin son derece mutlu tek bir varlığa dönüştüğü sırada, gönül nasıl da insanüstü bir mutlulukta dolup taşar.


 M. Saval, üstünde sabahlığı, ayaklarını ateşe uzatmış oturuyordu. Hiç kuşkusuz, başarısız olmuştu yaşamında, gerçekten başarısız. Ama, aslında o sevmişti. Gizlice, acılar içinde ve her işte olduğu gibi uyuşuk uyuşuk sevmişti. Evet, eski bir arkadaşı olan Sandres'ın karısı, kendisinin de eski dostu, Bayan Sandres'ı sevmişti. Ah, keşke onu, genç kızken tanımış olsaydı! Ne yazık ki çok geç karşılaşmıştı onunla, o evliydi. Hiç şüphesiz evlenmek isterdi onunla! Onu daha ilk günden ve hiç vazgeçmeden öyle sevmişti ki!
Onu her gördüğünde nasıl heyecanlandığını, her ayrılışlarında nasıl hüzünlendiğini, onu düşünmekten gözüne uyku girmeyen geceleri hatırladı. Sabahları hep, akşamkinden daha az âşık uyanırdı. Neden acaba?


 O, bir zamanlar ne kadar güzel ve şirindi. Sarışın, kıvırcık saçlı ve güleçti! Sandres ona göre bir adam değildi. Şimdi, elli iki yaşındaydı Bayan Sandres. Mutlu görünüyordu. Ah keşke o zamanlar, o da, kendisini sevmiş olsaydı! Peki ama neden sevmemişti ki Saval'i, Saval onu, Bayan Sandres'ı bu denli sevmişken?


Hiç değilse bir şeyler olduğunu tahmin edebilseydi. Hiçbir şey sezmemiş, hiçbir şey görmemiş, hiç anlamamış olabilir miydi? Anlasaydı ne düşünürdü acaba? Eğer onunla konuşsaydı, cevabı ne olurdu?

Saval daha binlerce soru sordu kendi kendine. Yaşamını yeniden kafasında canlandırıyor, birçok ayrıntıyı yeniden yakalamaya çalışıyordu.


 Sandres'ın evinde, karısının genç ve olağanüstü çekici olduğu zamanlarda, birlikte geçirdikleri uzun akşamlar aklına geliyordu.
Kadının, kendisine söylediği sözleri, sesinin tınlamasını, o anlam yüklü sessiz gülümsemeleri hatırlıyordu.

Seine nehri boyunca yaptıkları üçlü gezintileri, Sandres kayma kamlıkta memur olarak çalıştığından, sadece pazar günleri, kırlarda yedikleri öğle yemeklerini hatırlıyordu. Ve birden, çok net olarak, nehir kıyısında küçük bir koruda, onunla birlikte geçirdiği bir öğleden sonrayı hatırladı.
Yanlarına paketlerde erzaklarını da alarak sabahleyin çıkmışlardı evden. Canlı bir ilkbahar günüydü. İnsanın aklını başından alan o günlerden biriydi. Her şeyin güzel koktuğu, herkesin mutlu göründüğü günlerden. Kuşların daha neşeli öttüğü, kanatlarını daha hızlı çırptıkları günlerden bir gün. Güneşin sıcaklığıyla kavrulan suyun kenarında, kavakların altında, otların üstünde yemeklerini yemişlerdi. Hava ılıktı, öz su kokularıyla dolu bu havayı zevkle içlerine çekiyorlardı. Gerçekten güzeldi hava o gün!



Yemekten sonra Sandres sırtüstü yatıp uyuyakalmıştı. Uyandığında söylediğine göre, "ömrünün en tatlı uykusunu" çekmişti.
Bayan Sandres, Saval'in koluna girmiş ve birlikte kıyı boyunca yürümüşlerdi. Ona yaslanmış, gülerek şöyle demişti: "Sarhoşum, sarhoş mu sarhoş." Renginin uçtuğunu hissedip, bakışlarının fazla ileri gitmesinden, elinin titremesiyle sırrının açığa çıkmasından korkup, iliklerine kadar titreyerek bakmıştı kadına.


 Kadın, uzun otlardan ve su zambaklarından kendine bir taç yapmış ve "böyle hoşunuza gidiyor muyum?" diye sormuştu.
Cevap vermediğini görünce, – çünkü ne diyeceğini bilememişti, ama dizlerine kapanabilirdi – kadın gülmeye başlamıştı. Hoşnutsuz bir gülüşle suratına şöyle haykırmıştı: "Koca aptal, sen de! İnsan bir şey söyler!"


Söyleyecek tek söz bulamamanın sıkıntısıyla neredeyse ağlayacaktı.


 Şimdi bütün bunlar bir bir, ilk günkü netliğiyle aklına geliyordu. Ona neden böyle demişti ki: "Koca aptal, sen de! İnsan bir şey söyler!"

Kadının kendisine nasıl da sevgiyle yaslandığını hatırladı. Eğik bir ağacın altından geçerlerken, kulağını yanağının üstünde hissetmiş ve kadının bu teması kasıtlı olarak yaptığını düşünmesinden korkarak, birden geri çekilmişti.

"Artık dönme zamanı gelmedi mi?" dediğinde, kadın öyle garip bir bakış fırlatmıştı ki ona. Evet, gerçekten çok tuhaftı bakışı. O zamanlar hiç düşünmemişti, ama şimdi iyi hatırlıyordu bunu.

"Nasıl isterseniz, dostum, eğer yorgunsanız dönelim."

O, "hayır yorgun olduğumdan değil, ama Sandres belki uyanmıştır" diye cevap vermişti.


 "Eğer kocamın uyanmış olmasından korkuyorsanız başka tabii ki, dönelim öyleyse!"


Geri dönerlerken kadın suskundu ve artık koluna yaslanmıyordu. Neden?


Bu "neden"i daha önce hiç sormamıştı kendine. Şimdi, hiç anlamadığı bazı şeylerin farkına varır gibiydi.
Yoksa?..


Bay Saval kızarmaya başladı, şimdi, otuz yaş daha gençken Bayan Sandres'in ona: "Sizi seviyorum!" dediğini işitir gibiydi. Perişan bir halde doğruldu yerinden. Bu mümkün müydü? İçine düşen bu kuşku ona acı veriyordu. Kendisi bunu fark etmemiş, görmemiş olabilir miydi?


 Ah! Ya bu doğruysa, ya böyle farkına varmadan mutluluğu elinden kaçırdıysa! Kendi kendine, "bunu öğrenmek istiyorum, böyle şüphe içinde kalamam, bilmeliyim!" dedi.


Hemen, alelacele giyindi. "Ben altmış iki, o ise elli sekizinde, ona böyle bir şeyi pekâlâ sorabilirim," diye düşündü.
Ve evden çıktı.


 Sandres'ın evi yolun öbür tarafında, kendi eviyle neredeyse karşı karşıyaydı. Eve vardı. Tokmak sesinden hemen sonra genç hizmetçi kız açtı kapıyı.


Hizmetçi kız karşısında onu görünce şaşırdı: "Hayrola, Bay Saval, bu saatte siz, bir şey mi oldu?"

"Hayır kızım, git hanımına kendisiyle hemen konuşmak islediğimi söyle," dedi Saval.

"İyi de, hanımefendi kış için armut reçeli yapıyor, şu an fırında ve giyinik değil, anlarsınız ya…"

"Evet, ama çok önemli olduğu söyle ona."

Genç hizmetçi içeri gidince Saval büyük adımlarla, sinirli sinirli dolaşmaya başladı salonda. Aslında kafası hiç de karışık değildi. Ah! ona bir yemek tarifini sorar gibi soracaktı. Altmış iki yaşındaydı artık!

Kapı açıldı ve o göründü. Yanakları dolgun, gülüşü donuk, kocaman, yuvarlak ve şişman bir kadındı o artık. Elleri vücudundan uzak, elbisesinin kollarını yukarıya kadar kıvırmış, çıplak kollarından şerbetler akarak geldi. Endişeli bir sesle: "Neyiniz var dostum, hasta değilsiniz ya?" diye sordu.

"Hayır sevgili dostum, benim için son derece önemli, içimi kemiren bir konuda bir şey sormak istiyorum size. Bana dürüstçe cevap vereceğinize söz veriyor musunuz?" dedi adam.

Kadın gülümsedi.

"Bakın! Ben, her zaman açık sözlüyümdür."

"Söylüyorum işte. Sizi ilk gördüğüm günden beri sevdim. Bunun farkında mıydınız?"


 Gülerek, geçmiş zamanlardakini andıran bir ses tonuyla cevap verdi. "Hadi sen de, koca aptal! İlk günden gördüm bunu!"

Saval titremeye başladı. "Biliyor muydunuz?.. Peki…" diye mırıldandı Saval. Ve sonra sustu.

"Peki?.. ne?" diye sordu kadın.


 "Peki… ne düşünüyordunuz?.. ne… ne… olurdu cevabınız?" diye yeniden konuştu Saval.

Kadın daha çok güldü bu kez. Şerbet damlaları parmaklarından akıp parkeye dökülüyordu.

"Ben mi?.. Ama siz bana hiçbir şey sormadınız ki. Bunu söylemek bana düşmezdi!"

Bunun üzerine adam, kadına doğru bir adım attı.
"Peki öyleyse, Sandres'ın kırda, yemekten sonra uyuyup kaldığı günü, hani dönemece kadar birlikte gittiğimiz günü hatırlıyor musunuz?"


Bir süre sustu. Kadın da gülümsemiyordu artık ve onun gözlerinin içine bakıyordu.

"Tabii ki hatırlıyorum."


Titrek bir sesle konuşmasını sürdürdü adam.

"Peki… eğer… eğer o gün… ben atılgan davransaydım… ne yapardınız?"

Mutlu ve pişmanlık duymayan bir kadın edasıyla gülümsedi ve hafif alaylı, net bir sesle ve dürüstçe şöyle dedi:

"Kabul ederdim, dostum."

Sonra arkasına dönüp hızla reçellerine doğru gitti.


Saval sokağa çıktı. Büyük bir felaketten sonra yeryüzüne inmiş gibiydi. Yağmurun altında, hızlı adımlarla, sağına soluna bakmadan, nereye gittiğini bilmeden, ırmağa doğru yürüyordu. Kıyıya vardığında sağa dönüp, ırmak boyunca yürümeye devam elti. Bir iç dürtüyle uzun süre yürüdü. Giysileri yağmurdan sırılsıklam olmuş, şapkasının şekli bozulmuş, paçavraya dönmüştü. Çatı gibi sapır şapır sular akıyordu üstünden. O dosdoğru gidiyordu, devam ediyordu yoluna. Anısı yüreğini yakan, çok önceleri, bir gün, birlikte öğle yemeği yedikleri o yerde bulmuştu kendini.

Orada, çıplak ağaçların altında oturdu ve ağladı.


Guy de Maupassant