27 Nisan 2013 Cumartesi

siz aşktan n'anlarsınız bayım?



Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Alt katında uyumayı bir ranzanın
Üst katında çocukluğum...
Kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
Ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
Aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!

Allah'la samimi oldum geçen üç yıl boyunca
Havı dökülmüş yerlerine yüzümün
Büyük bir aşk yamadım
Hayır
Yüzüme nur inmedi, yüzüm nura indi bayım
Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı
Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım...
Saydım, insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.
Aşk diyorsunuz ya
Ben istemenin Allahını bilirim bayım!

Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmay
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

Süt içtim acım hafiflesin diye
Çikolata yedim bir köşeye çekilip
Zehrimi alsın diye
Sizin hiç bilmediğiniz, bilmeyeceğiniz
İlahiler öğrendim.
Siz zehir nedir bilmezsiniz
Zehir aşkı bilir oysa bayım!

Ben işte miraç gecelerinde
Bir peygamberin kanatlarında teselli aradım,
Birlikte yere inebileceğim bir dost aradım,
Uyuyan ve acılı yüzünde kardeşimin
Bir şiir aradım.
Geçen üç yıl boyunca
Yüzü dövmeli kadınların yüzünde yüzümü aradım.
Ülkem olmayan ülkemi
Kayboluşumu aradım.
Bulmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.
Bir ters bir yüz kazaklar ördüm
Haroşa bir hayat bırakmak için.
Bırakmak o kadar kolay olmasa gerek diye düşünmüştüm.

Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır.
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya,
İşte orda durun bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan,
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız!

Didem Madak





"sen aydınlatırsın geceyi"


24 Nisan 2013 Çarşamba

çay



Baş köşeyi kim aldı, kime verdin
Bir bardak soğuk su gibidir onlar
Ellerinin uzandığı her masada
Taş gibi çay

Bizim içtiğimiz çay da çaydır
Çarpık dudaklı ezik gözlü allı mavili çaylar
Vadilerden renkli yağmurlar gibi gelir
İçtiğimiz çay
Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir
Judy garland gibi çay
Kan gibi çay

Şehirlerden çok güneş vardır o çaylarda
O çaylar dağları bin parça eder ve getirir
Yaşamayı çağıl çağıl getirir
O çaylardan su içenlerin gözleri
Benim çay bardağımda senin gözlerin olur
Senin gözlerin sizin çay bardaklarınızda
Onların gözleri

Çay

Sezai Karakoç

allegro


23 Nisan 2013 Salı

dua saatleri kitabı




SEVİYORUM seni, sen yasaların en yumuşağı,
onunla boğuştuk ve sayesinde olgunlaştık;
sen o büyük hüzün, hiç bastıramadığımız,
sen o orman, içinden hiç çıkamadığımız,
sen o şarkı, her suskunluğumuzda mırıldandığımız,
sen o karanlık ağ,
saklanan kaçak duygularımızın takılıp kaldığı

Sen öylesine büyük başladın ki kendine
bizi şekillendirmeye başladığın o gün,
ve biz olgunlaştık senin güneşlerinde,
öylesine genişledik, öylesine derine ekildik,
ki sen insan, melek ya da madonnalarda
dinlenip şimdi, mükemmelleştirebilirsin kendini.

Dinlendir elini gökyüzünün kenarında
ve bak sabırla senin için yaptıklarımıza

rilke

"yalnızca Tanrı'nın ilkbaharı gelmiş oraya" rilke, dua saatleri kitabı


revize edilmiş hissiyatın kanatlanmasına dair fikriyatım beyanında dinlediğimdir.


21 Nisan 2013 Pazar

ölü bir ozanın sevgili karısını görmeye gitmek



Kağıtlar, kitaplar, dedi, nereye elimi atsam.
Kiminde yarım kalmış, nasılsa bitmiş bir şiir
Kiminde. Hem her şey şiirlerde değil miydi?
Bir gök şiirde ağar, bir sokak şiirlerde
Gider gelirdi.
Böyle yaşayıp gidiyorduk.'

Sesi,
Sanki çok ötelerden gelirmiş gibi
Ezik, suskun odaları dolaştı durdu.
Masada açık duran bir kitabı gösterdi sonra
Ölünün, son kez elini sürdüğü ve kaldığı.
'Burada işte oturmuş şu kitabı okuyordu,
Elinden kitabın düştüğünü gördük sonra.
Hepsi bu.'
Böyle dedi, yüzüne kapayıp ellerini
Alınmış gibi bir bulutun yer değiştirmesinden.

Deniz Eskisi"

| İlhan Berk

20 Nisan 2013 Cumartesi

türkiye kadar bir çiçek



efendim

I

Boynuma bir ip at
Kölen diye yollarda gezdir beni

II

Gözlerini süzüyorsun
Bir balık gibi akıyorsun kaldırımlarda

Bir daha yüreğini kaparsan bana
‘Bu yaprağı parampaça yaparım’

Çiçekler sarı yapraklar ve bir ocak ayı
Ağız ağıza sin ve cim harfleri

Ateş kararıyor, bu içimin alevleri
Acı çekiyorum elimden alınmışsın gibi

Bir mektup hakiyemiz olacak
Baştan başa notalar bülbül ağızları

Dik kafalı bir baş görüyorlar
Başını eğmiş dalların yaprağında

Zayıf bir çocuk yüzü, gülümsüyor
Dikkatle bak, korku dolu bakışları

O boğulurken gülücükler
Saçılıyor

Ölüm bir kuş kaldırıyor mezarlıktan
Ak kanatları, hayat yok oluyor

Çıkıp geliyorsun
Kor gibisin, bir kar gibisin

Soruyorsun: Zarifoğlu bana dargın mısın
Yoksa uyardılar mı seni sevdamızdan

‘Yaşamak’ bir perde gibi kalkıyor aramızdan
Zamansız mekansız bir tünel başındayız şimdi

O mavi gözleri görmüş olmalıyım
Bir ikindi vakti kaskatı ellerimin altında

Uçuşlu saçlar bukleler
Üstünde uyuyan eller

Sevgim uzanıyor
Soluk soluğa uyandırıyor menekşeleri

Görüyorum kıpırdanışlarını
Uykunda gül açan yanaklarını

Haydi uyan

Haydi canlan “hazan yaprağı”

Cahit Zarifoğlu

18 Nisan 2013 Perşembe

açıyor






Benim de bir oğlum olsa adını Özgür koyardım.Bu, çok mantıklı. 
Oğluma, balık ve silah tutmamayı 
Kadınlara ve iyi davranmayı onlara yani,
Bunları elbette öğretirdim. Aramızda lafı olmazdı.

Kimi geceler canımızın çok sıkkın olabileceği kadar
bazı geceler keyfimizin oldukça yerinde olacağını
tahahhüt edebilirdim ona.
Dudağımızın kıvrılınca gözümüzün kısılabileceğini.
bunlar olmazdı diyemem. Burda biz bizeyiz.

Elma hakkında söylemek istiyorum. Bir meyvedir.
Bu kadar.
Televizyon, radyonun resimlisidir sonra.
Su, yukarıdan aşağıya akıyorsa şelale ola da bilir,
olmaya da bilir. Ancak her suyun içilmeyecek olduğu
kesindir. Suyun iyisi rakıya kattığında beyazlamaktadır.

Kadınlardan çok güzel anne, abla, teyze, hala olur.
Erkeklerden baba, ağabey, amca, dayı olur.
İnsanlar Anne ve Dayı olursalar erken ölebilirler. Bu,
pek tavsiye edilmez. Halalar genelde uzun yaşarlar.

Gripin bizim zamanımızda da vardılar olacak,
ufak seyahatlar. Talcid örneğin. Aspirin. İyi gelmeleri
siz çıkın beyler benim biraz daha işim var demektir.
Attan inmek yasaldır. Çimlere basabilirsin çünkü çimler
basıldıkça güçlenir. Neden bize basıyorsun demezler hem.
Zaten pek de konuşmazlar derim.

Mutsuzlukdan söz açmak istemem
Yalağuz bir aynaya değil, ütü masasına, koca mutfağa
Köşe takımlara, enderin kaplara kacaklara sığmayan mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluklarından aile olma eyleminin, istemem
Acır sevgim

Benim bir oğlum olsa ben de bir baba ölebilirdim
bir baba doğabilirdim
kızım olsa da.

özgür göreçki

17 Nisan 2013 Çarşamba

camlı odalardan / asaf halet çelebi


üsküdarda
üsküpüler dokusa gerek
                kumrular

camları parıldıyor
üsküdar evlerinin
akşamüstleri
camlı odalarda
                        ne olsa gerek

istanbula bakıp da
beni görmeyen çocuklar
                        camlı odalarda

16 Nisan 2013 Salı

saatler geyikler



Gizem bir geyik başı gibi uzanıyor aramızda
Boynuzlarında senin karmaşan ve sana ait
Bilmediğim,
Bilmek istemediğim onca şey.
Buna benzer çözemediğim bir çok şey
Ormanda sarı yapraklar düşmeye başladığı zaman saçlarının arasından
Sarı bir yaprak fosili boynunun tam kenarında

İki geyik ormanın kuytularında
Birbirine sarılmış yatıyor.
Boynuzları birbirine geçmiş…

Kırmızı bir yunusun havada sıçraması olurdu senin gülüşün,
Ama gülmüyorsun .
Beni boğmak mı istiyorsun?
Benim zaten boğulduğumu farketmiyor musun?

Lale Müldür

2 kalp / cemal süreya


adımlar / asaf halet çelebi




bir adım attığım yerde
ne vardı ki
gitmemle kayboldu

her adımımda
sonsuz ben'leri koyuyorum
                            boşluğa
ve yine ben dolmuyorum

geçip gittiğim yerlerden
iç içe
     öne
        ve arkaya bakan
bir sürü
         ben
                 ler
                       koymuşumdur


eskileri çocuk
şimdikiler ihtiyar

15 Nisan 2013 Pazartesi

romantik gençliğim / asaf halet çelebi




 ejderhalar çıkarıyorum
        duvar kovuklarından
                alevler çıkarıyorum
yağmur karaltılarında
                          hazîn
                            yürüyorum

uzattım ellerimi
çok uzaklara gitmiş
yıldızlar düşürmüş gelirken
yıldızsız kalınca gece
                        uyunur
tavanı yok siyah gök

sırt üstü yere yattım
tavansız göğe düşüyorum

11 Nisan 2013 Perşembe

DİNLEDİĞİ ŞARKILARLA VURUYOR BENİ VE PEKİ SİZ KİMSİNİZ?!



  

sevgilim beni terk ederken neden özür dilemedi?



did veblen do something?





No, none.
Öksürdü belki, sen hiç öksüren okaliptüs diye bir şey duydun mu?
Sanmam. Duyamazsın. Yine de okaliptüsün öksürüğe
Tıpkı ayva çekirdeği gibi iyi geldiği bilgisine yakınsındır
Herkes kadar en az
Bir bilmediğin varsa beş vakit namaz
Sana hiç kimse esenlik ıssı demez
Senden kaygan çıkar, kovcuca, yıvışık çıkar avaz.

Were you indeed a part of leisure class?
No, never.
Ne mümkün aylaklığa fırsat
Vereler İsviçre Alpleri’nde adama.
Kendini teleferikten atarak intihar edecek olsaydın
Bankada hesabın olmazdı.
Olmazdı, uymazdı, söverdin sadece, böylesi
Takatinin sadece sövmeye yettiğindendi.

İşitir işitmez çiftetelliyi
İçinden şıkır şıkır oynamak geçtiği
Ortaya çıkacak korkusu çatlatır seni
Çatlarsın delil göstererek
Darlığını
Yerinin ve yeninin
Aşırı uçlarla benim hiçbir ilgim yok
Ne dedilerse yaptım dersin
Bilmezsin kaçkınlarda kaçanın
Üstünde mi altında mı yemeni
Kiraya verebilmek yüzündeki ifadeyi
Aileye bir grand faça temin edebilmek
Ayak sürümek
Tez vakitte boylamamak Yemen’i
Mayasılına deva
Büyük üçlünün kapısındaki ladinin
Ucunu kes iyice zımparala
Ola ki yarın en meşhur terzidesin
Ortayı bul diyorum sana
Ne hoşu hoşt ne hoştu hoş anla
Arabana taktığın tekerleği
Gerdiren ölüm olsun gevşeten para

Have humiliation had a better home than currency?
Nope, nope, nope.

İSMET ÖZEL

10 Nisan 2013 Çarşamba

mağara


                                               


içimdeki mağarada
kurumuş ölüler yatar
zehirle gülen zümrüt
ve yakut yatak içinde
bir zaman
beni uğrulamıya gelen
                 haramîler


içimdeki mağarada
bir yığın kitap var
bakınca yakından
tasvirlerin gözleri oynar
ve konuşur
hepsinin yüzleri benim yüzüm gibi
                      ve gözleri benim gözüm gibi


asaf halet çelebi

8 Nisan 2013 Pazartesi

üzünç sevgilim ya da nane otları



gençken renkli bir cepken sevgilim
çift bıçaklı bir sevinç
unuttum diye bir şarkı
gençken renkli bir cepken sevgilim
önüne çıkan her ata binme

doğudan gelen kimsesiz tekne
ona hüzün demeyi artık öğrendin
ya da kuzeyden gelen çift bıçaklı sevinç
karıştırma daha fazla bu otları
bak öğle güneşi
şapkanı indir
karıştırma sevgilim daha fazla bu otları

sana hiç bir şey dokunmaz biliyorum
arkanı döner hemen uyursun
sırtında çift bıçaklı bir sevinç
belki balrengisin kusursuzsun
onun için diyorum
karıştırma artık daha fazla bu otları

gençken renkli bir cepken sevgilim
arizona'ya aşk ve hüzünle
gençken bizon derisi bir şapka sevgilim
adieu mes amours adlı bir şapka
indirdim unuttum diye bir işaret
ardından çift bıçaklı bir kahkaha
boşver sevgilim karıştırma şimdi bu otları

gençken sarı bir gömlek sevgilim
bir fular ağızda pisiotu
boş arazilerde hızla kullanılan araba
gençken bira gözlerle situasyonist okuma
ve ağız dolusu kusma kusma kusma
kumsallarda slow ve bee gees
ve bok gibi genciz genciz genciz

şimdi kuzeyden gelen boş bir tekne
gözü alan sarartı
üzünç sevgilim ya da nane otları

lale müldür

7 Nisan 2013 Pazar

bazı özlemler



Dağlara vardık 
Herbirimizin elinde gözleri ışık saçan birer deve
Düşündük ayaklara düşmüş kıymetlerini iade ettik
Sandık
Dervişlerin

Modern salonlar koltuk takımları büfeler
Baş köşede sadece bakılan bir şamdan gümüş bir sürmedenlik
Düşündük ayaklara düşmüş kıymetlerini iade ettik
Sandık
Anne çehizlerinin

Sevgililer kapadı toprağını
Çocuklar ne kadar hırçın
Alışverişten dönüyorlar geceleri
Babalar gözlerini dikmiş sanki kutsuyorlar şişeleri

Hepsi bir tek haftada değişebilir:
Dağa gerçek bir gezi
Ellerde yekpare bir deve sakin tabii renkte gözleri
Dervişlik kılık kıyafetten ayrılalı beri
Kim bilirse ki alıp verilen soluklar yalnız değil
Herşey bir tek haftada

Başla deyince başlayabilir
Evler eşyaları atıp insanları çağırabilir
Bir bakarsın ki kadınlar gizlice hafifçe sürmeli gözleri

Sevgililer yayar topraklarını
Delikanlılarda
Boyunlara kadar kızartan damarların
Açılır ilmikleri

Bir vakit diye anlatılır o zaman
Dağ ve şehir diye bölünmüştü insan
O dar buran gavur giysiler
İçlerinde kopralar göğüsleri sıkılıp duran
Ayaklar cepler kafanın içi, elin edip tuttuğu bir mezbele
Bir tek kalp temizce ve sinmiş
Taşırdı kamburu taşırdı kamburu

Bir vakit gelse de acıyla / Hatırlansa zorbela / Anlatılsa


Cahit Zarifoğlu

kimin yerine sussam yangın çıkar sesimde


attığımda o oku


         

Benden daha ne olur, yürür yalan söylerim
bir şey acır içimde bu göğsüme ne kattın
sende noksan bulmadım şu yerle gök yanarken
attığımda o oku ben atmadım sen attın

Rab bu nasıl denizdir yüzme bilen kuşu yok
içimde acır bir şey bu göğsüme ne kattın
anlar gibi olmuştum yetmiş üçte bir cuma
attığımda o oku ben atmadım sen attın

geçer gider hacegân ve ahûlar ve zaman
acır bir şey içmde bu göğsüme ne kattın
bilmem değmişse bile ağa yahut karaya
attığımda o oku ben atmadım sen attın. 



süleyman çobanoğlu

6 Nisan 2013 Cumartesi

garson





O zamanlar 
Garsondum ben Samatya'da 
Ayağımda dallas marka pabuçla 
Dönülmeyecek kadar uzakta 

Ve bir akşam telefonda 
'Cumhuriyet' dedim beni kaybettin 
Sen artık Ankara'da Mekteb_i Hukukta 
Sesimi rüzgar olarak sakla

O zamanlar
Garsondum ben Samatya'da 



ömer erdem

nasılsın beyrut?


5 Nisan 2013 Cuma

friedrich nietzsche, neden böyle iyi kitaplar yazıyorum




 Birisi ben, öbürü de yazılarım. –Burada onların kendilerinden söz açmadan önce, anlaşılıp anlaşılmamaları sorusuna değineyim. Bu işi, konunun elverdiği ölçüde, üstünkörü yapıyorum. Çünkü zamanı gelmedi daha bu sorunun. benim zamanın da gelmedi daha; kimi insan öldükten sonra doğar. –Günün birinde, insanların benim anladığım gibi yaşayacakları, öğretecekleri öğretim kurumları gerekecek: Belki  de Zerdüşt’ün yorumlanması için ayrıca kürsüler bile kurulacak. Ama daha şimdiden, getirdiğim doğruları duyacak kulaklar, alacak eller beklemem, kendi verdiklerimi almak istememelerini anlaşılır bulduğum gibi, ayrıca işin doğrusu da budur sanıyorum.

Beni başkasıyla karıştırmalarını istemem; önce kendi kendimi karıştırmamalıyım bunun için de. Bir kez daha söyleyeyim, “kötü niyetle” pek karşılaşmadım yaşamımda; yazın alanında da hemen hemen bir tek “kötü niyet” örneği gösteremem. Buna karşılık sürüyle arık derilik… Bana öyle geliyor ki, bir kimsenin kitaplarımdan birini eline alması, kendine verebileceği en yüksek pâyedir; bunu yaparken umarım ayakkabılarını –çizmeleriniyse haydi haydi– çıkarıyordur…

Doktor Heinrich von Stein bir kez Zerdüşt’ümün tek sözcüğünü bile anlayamadığından açık sözlülükle yakındığında, ona bunun böyle olması gerektiğini söylemiştim: Onun altı cümleciğini anlamak, yani yaşamış olmak, “çağdaş” insanların çıkabileceğinden çok daha yükseklere götürür ölümlüleri. Bende ayrılığımın bu duygusu varken, tanıdığım “çağdaşların” beni yalnızca okumuş olmaları bile isteyebilir miyim hiç? Benim utkum Schopenhauer’inkinin tam tersindedir, –ben “non legor, non legar” (Okunmuyorum, okunmayacağım. Başyapıtı “İstem ve Tasarım Olarak Dünya” neden sonra satılmaya başladığında, Schopenhauer sevinçle “legor legar” –okunuyorum, okunacağım– demişti) diyorum. Sakın yazılarıma “hayır” deyişlerindeki bönlüğün bana tattırdığı eğlenceyi küçümsüyorum sanılmasın.

Daha bu yaz, ağır, pek ağır basan yazılarımla belki de baştanbaşa yazı alanının dengesini sarstığım sıralar, Berlin Üniversitesi profesörlerinden biri bütün iyi niyetiyle bana sezdirmeye çalışmıştı: Başka bir biçimde yazmalıymışım artık; kimse okumuyormuş böylesini. –Bunun en aşırı iki örneği sonunda Almanya’da değil de İsviçre’de çıktı. Dr. V. Widmann’ın (İsviçreli yazar. “Bund” dergisi yöneticilerinden.) “Bund” dergisinde, “İyi ve Kötünün Ötesinde” üzerine “Nietzsche’nin Tehlikeli Kitabı” başlığıyla çıkan yazısı ve gene “Bund”da Bay Karl Spitteler’in (İsviçreli ozan. Nobel ödülü –1919–) genel olarak yazılarım üstüne toptan bir incelemesi: Bunlar benim yaşamımda bir doruktur, neyin doruklarını olduklarını söylemeyeyim…

Örneğin bu sonuncusu, Zerdüşt’ümü “yüksek deyiş alıştırması” olarak inceliyor, bundan böyle öze de gereken önemi vermemi diliyordu; Dr. Widmann’a gelince, tüm edepli duyguların kökünü kazımakta gösterdiğim yürekliliği alkışlıyordu o da. Rastlantının ufak bir cilvesi sonucu, burada her cümle, hayran olduğum bir tutarlılıkla, baş aşağı çevrilmiş bir doğruyu söylüyordu: Demek istediklerimin hem de ilginç bir yoldan, tam üstüne basmak için bir tek şey gerekliydi, “tüm değerleri tersine çevirmek”. Kendimi açıklamam bir kat daha önem kazanıyor bu yüzden. –Şu da var ki, hiç kimse birşeyden –kitaplar da giriyor bunun içine– zaten bildiğinden çoğunu çıkarıp alamaz.

Birşey bize yaşantı yoluyla açık değilse onu duyacak kulak da yoktur bizde. Aşırı bir örnek verelim: Bir kitap düşünün ki, baştanbaşa yeni yaşantılardan söz açıyor, sık sık olsun, seyrek olsun, fırsatı çıkmayacak yaşantılardan, –bir dizi yepyeni yaşantı için yepyeni bir dildir; bu durumda kimse birşey duyamaz; şu işitme yanılgısı da birlikte gelir: Birşey duyulmayan yerde, birşey yoktur da… Benim karşılaştıklarımın ortalaması, isterseniz özgünlüğü diyelim, budur işte. Benden birşey anlamadıklarını sananlar, kendi boylarına göre kesip biçtiler beni; tam karşıtımı, örneğin bir “ülkücü” yaptıkları da oldu benden. Hiçbir şey anlamayanlarsa, iler tutar yerimi bırakmadılar. –”Çağdaş” insanların, “iyi” insanların, Hıristiyanların ve öbür “nihilist”lerin karşıtını, en yüksek yetkinlik örneğini gösteren “üstinsan” sözcüğü, töreler yıkıcısı Zerdüşt’in ağzında düşündürücü bir sözcük, hemen her yerde tam bir bönlükle Zerdüşt’ün kişiliğinde canlandırılan değerlerin tersine anlaşıldı, daha yüksek bir insan türünün “ülküsel” örneği olarak, yarı “ermiş”, yarı “deha” olarak anlaşıldı…

Bilgiç geçinen kimi büyük baş hayvan, beni onun yüzünden Darwincilikle suçladı; o kendi de bilmeden, istemeden olmuş büyük kalpazanın, Carlyle’ın öylesine hoyratça çürüttüğüm “yiğitlere tapınma”sını bile seçip tanıyanlar çıktı Zerdüşt’te. Kimin kulağına, Parsifal yerine Cesare Borgia aramasını fısıldadımsa, hiç inanamadı kulaklarına. –Kitaplarım üstüne, özellikle gazetelerde çıkan yazıları hiç merak etmeyişim hoş görülmeli. Dostlarım, yayımlayıcılarım bunu bildiklerinden, o konuda açmazlar ağızlarını. Yalnız bir sefer, tek bir kitaba karşı –ki “İyi ve Kötünün Ötesinde” idi– işlenen günahların tümünü birden görebildim; neler neler söylemezdim bu konuda. Bilmem inanır mısınız, “Nationalzeitung” –yabancı okuyucularım bilmezler, bir Prusya gazetesidir; ben kendi payıma, izin verirseniz, yalnız Journal des Débats okurum –evet o gazete, bütün ciddiliğiyle, kitabımı “çağın belirtisi”, taşra soylularının gerçek felsefesi olarak yorumluyordu; göze alabilse, “Kreuzzeitung”un da yazacağı bu olurdu ancak…
II

Almanlar için söylenmiştir bunlar: Yoksa başka her yerde okuyucularım var, –hepsi de seçkin kafalar, yüksek orunlarda ve görevlerde yetişmiş, kendilerini göstermiş kişiler; gerçek dehalar bile var okuyucularım arasında. Viyana’da, Petersburg’da, Stockholm’da, Kopenhag’da, Paris’te, New-York’ta, her yerde beni buldular; bir o Avrupa’nın basık ülkesi Almanya dışında. Açıkça söyliyeyim, beni okumayanlardan, ne adımı, ne de felsefe sözcüğünü duymuş olanlardan memnunum asıl; ama örneğin burada, Torino’da nereye gitsem herkesin yüzü gülüyor beni görünce. Şimdiye dek en çok gururumu okşayan da, meyve satan yaşlı kadınların bana en tatlı üzümlerini seçip vermek için çırpınmaları. İnsan feylosof oldu mu, böyle olmalı işte… Polonyalılar için boşuna İslav ırkının Fransızları dememişler.

Alımlı bir Rus kadını benim nereli olduğumu anlamakta bir an bile duraklamazdı. Bir türlü beceremem kurumlanmayı; uğraştım mı da şaşkına dönerim olsa olsa… Alman gibi düşünmek, Alman gibi duymak, –elimden herşey gelir de, bir bu gücümü aşar… Eski öğretmenim Ritschl söyler dururdu, filoloji üstüne araştırma yazılarımı bile Parisli bir romancı gibi tasarlamışım, –yani saçmalık derecesinde heyecan verici… “Toutes mes audaces et finesses” (Tüm atılganlıklarım, inceliklerim.) Paris’te bile herkesi şaşırtmış, –bu deyim Monsieur Taine’indir–. Korkarım, bende dithyrambos’un en yüksek biçimlerine varıncaya dek herşeye bir parça o hiç tatsızlaşmayan, “Almanlaşmayan” tuzdan, esprit’den katışmıştır… Başka türlü yapamam. Tanrı yardımcım olsun! Amin. –Hepimiz biliriz bir uzun kulaklının ne olduğunu, kimisi üstelik denemesini yapmıştır. Peki öyleyse, hiç çekinmeden ileri sürerim ki, en kısa kulaklar benimkilerdir. Kadınlar kayıtsız kalmazlar buna; sanırım onları daha bir iyi anladığımı da sezerler… Ben en iyi anti-eşeğim; böylelikle dünya tarihine geçecek bir canavarım; Yunanca anlamıyla –yalnız Yunanca değil– deccal’ım (antichristos) ben…

III
Yazar olarak ayrıcalığım nedir, az çok biliyorum; benim yazılarıma alışmanın beğeniyi nasıl “bozduğunu” da gözlerimle gördüğüm durumlar oldu. İnsan başka kitaplara, hele felsefe üstüne iseler, düpedüz dayanamaz olur. Bu soylu ve ince dünyaya girebilmek benzersiz bir seçkinliktir, –Almanlıkla hiç ilgisi olmamalı insanın bunun için; kısacası, öyle bir seçkinlik ki bu, onu kendi haketmiş olmalı insan.

Ama kim amaçlarının yüksekliğiyle bana benziyorsa, gerçekten coşkular yaşayacaktır burada öğrenirken: Çünkü ben daha hiçbir kuşun uçmadığı yükseklerden, daha hiçbir ayağın yolunu şaşırıp inmediği uçurumlardan geliyorum. Söylediklerine göre, benim kitaplarımı elinden bırakamazmış insan, –uykularını bile kaçırırmışım geceleri… Kitap denen şeyin daha gururlusu, daha incelmişi yazılmamıştır, –onlar yeryüzünde erişilecek en yüksek doruğa, sinizm’e erişirler yer yer; hem en ince parmaklarla, hem en zorlu yumruklarla elde edebilmeli onları. Her türlü ruhsal kusur, sindirim bozuklukları bile, onları anlama yolunu kapatır insana hepten: Sinir diye birşey olmamalı insanda, karnı bile bir keyifli olmalı öyle.

Bir kimsede yalnızca içinin yoksulluğu, köşe bucağının ağır havası değil, asıl o işkembesinde yer etmiş korkaklık, pislik, sinsice öç gütmedir ona yolumu kapayan: Benim bir sözümle tüm kötü içgüdüler yüzüne vurur insanın. Tanıdıklarım içinde bir sürü denek hayvanım vardır; yazılarıma karşı gösterilen çeşit çeşit ve her biri son derece öğretici tepkileri onlarda incelerim. Yazıların özüyle hiçbir alışverişi olmak istemeyenler, örneğin o sözde dostlarım hemen “kişiliksiz” oluverirler: Bir kez daha bunu başardığım için kutlarlar beni, –hem de bir gelişme varmış, daha bir keyifliymiş deyişim… O hep kötüye işleyen kafalar, işi gücü yalan olan “ince duygulu”lar ise, ne yapacaklarını bilemezler bu kitaplarla, –dolayısıyla onları kendilerinden aşağı görürler: İşte ince mantığı “ince duygulu”ların. Tanıdıklar arasındaki büyük baş hayvanlar da –yalnız Almanlar bunlar, hoş görün– demeye getirirler ki, benimle hep aynı kanıda değillermiş ama, gene de arada bir…

Bunu hem de Zerdüşt üstüne söylediklerini duydum… Bunun gibi, insanda her türlü “féminisme”, isterse erkekte olsun, benim kapılarımı kapatır ona; hiçbir zaman o pervasız bilgilerin labirentine giremez. Bu baştanbaşa sert doğrular arasında güle oynaya yaşamak için, insan gözünü budaktan esirgememeli, onun için alışkanlık olmalı sertlik. Tam istediğim gibi bir okuyucu tasarladığımda, hep ortaya yürekli, herşeyi bilmek isteyen bir canavar, ayrıca kıvrak, düzenci, sağgörülü birisi, doğuştan bir serüvenci ve bulucu çıkıyor.

Kısacası, benim sözüm aslında kimleredir, bunu Zerdüşt’ten daha açık söyleyemem: Bilmecesini yalnız kimlere anlatmak istiyor o?

Sizlere, gözüpek arayıcılar, sınayıcılar, –ve her kim kurnazca yelkenleriyle o korkunç denizlere açılmışsa bir kez, –sizlere, bulmacalar içinde esrimişler, alacakaranlığı sevenler, ruhları flüt sesleriyle her tuzağa düşürülebilenler:

Çünkü siz titreyen ellerinizle bir ipi yoklayarak inmek istemezsiniz; ardında ne olduğunu kestirdiğiniz yerde tiksinirsiz kapıyı açmaktan…

ilk namaz / ömer seyfettin




   Oh, bu sabah ne kadar soğuktu, yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgarlarla camları döverek, geçen gecenin bütün bürûdetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca, içimde bakıyye-i leyl bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetçim tabi ki uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın, müfteris soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sâdık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk, kırmızı sükûneti gecenin serâdik-i zalâm-ı bâridini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zîr-i pâyimdeki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kabuslarını itmâm ediyor gibi câmid ve bî-hayat duruyorlardı. Deniz, nâmahdut bir incimâd-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zâil gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.
   Evlerin arasında fakir ve nâçiz, fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen Eski Cami'in küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra... Bu dakika-i ezeliyette, bütün o intihâ-i leyâl sincâbî zulmetler, mâî bir şeffafiyet-i sürh gibi takattur ederken, minarenin şerefesinde genç müezzin zıll-ı zâifi hareket etti. Ben hırkama bütün bütün büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kainat-ı melul ve esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı ulûhiyetin hâtırası gibi derinden akis ve ruhumu lerze-rîz-i haşyet eden ezanı dinlerken, onbeş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbû-ı ruhaniyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah, onbeş seneevvel...

   Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne prestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, onbeş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir u hâr gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:

  - Haydi, Ömerciğim kalk, demişti, kalk, haydi yavrucuğum.
   Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerindeki yanan küçük gece kandili
-An, bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi
- iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil camdan gözleriyle bakıyordu.
- Fakat anneciğim, demiştim, daha gece...
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
- Yok yavrucuğum, saat oniki, sonra vakit geçer...
Diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı. İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla uğuşturarak onu takip ettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
- Aa... Pervin de kalkmış...
Pervin -hizmetçimizdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:
- Pervin her sabah kalkar.
Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim:
- Öyle yorulursun.
Diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum:
- Haydi, besmele çek!..
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda.
- Yüzünü... Kollarını, yine üç defa...
Diye fısıldıyor, unuttukça:
- Aa, hani başına mesh?
   Gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de ayaklarımı kuruladı. Ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim. Arkama dönünce, annemi, arakiye seccadeyi açıyor gördüm... Sonra başına yeşil başörtüsünü örterek beni çağırmıştı:
- Gel...
   Gittim. Küçücük ben, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırdı ile, bana, yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
- İki rekât sünnet... Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?
- Hayır...
- Haydi...
   O, iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak kadın gibi yaparken, ben de gayr-i ihtiyarî onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra, bana, gözlerinin nûşin ve nafiz bir tebessümü ile gülerek:
- Yavrum, demişti, sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.
Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
- İşte böyle...
   Diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Duâ ederken sordum ki:
- Nasıl duâ edeceğim anne?
   O duâ ediyor ve dudakları hareket ettikçe başörtüsü de ihtizâz eder gibi oluyordu. Başını salladı, duâsını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:
- Evvela İslam olduğum için ey cenâb-ı vâcibül-vücut hazretleri sana hamd ederim, de... Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim, de... Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temenni ederim, de... Kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et!
Demişti. Ben bu basit ve Türkçe duâyı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmalığım "duâ kitaplarıdır, sakın ilişme!" ihtarı ile daima men olunan, yıpranmış, Arapça, ve esreli üstünlü kitapları derhatır ederek içimden söyledim, fâtiha...
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı? Bunu bilmiyordum... Cevap vermedim.
- Haydi, öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyelim.
- Peki.
   Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş, terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı. Annem geceleri derdi ki:
- Yatmazdan evvel dersini üç defa oku, yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir.
O melâikeler bu gece de, uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı. Ve:
- Daha mektebe çok vakit var.
   Diye beni kendi yatağına yatırdı. Uykum yoktu, anneme bakıyordum. Yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur'an'ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesi ile tilâvete başladı. Ruhumda bir aks-i enîn-i şiir âlûd bırakan bu güzel sesi dinleyerek... Büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve âsım çehresini görerek... Ve yavaş yavaş sallanan başının aheng-i hafif-i münâcâtını seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mâî ve nadide elmaslar gibi parlıyor, vâpesîn-i mâî neşrederek parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum. Bu tahayyülle melâikeleri düşünerek... Kur'an okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları gereken melâikeleri müşahede ediyorum zannederek dalıyordum. Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam katiyyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldamasına bakarak.... O görülemeyen melâike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur'an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum.

   Ah, onbeş sene evvelki sabâvet ve şimdiki ben... Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serâyı taabâlûd... Şimdi mülevves emelleriyle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baîdül-vusul arzularla, hâsılı bütün bunların bir icmal-i mebhûtu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bîkararlılıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyatım... Şimdi, daha bu gece görülmüş gibi, onbeş saniye evvel görülmüş ruhanî ve bir rüyayı kıymetdar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsranhîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kabus olmayan sabâvet ve hâtıratı... Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu muztar ve şefkatsiz mâzilerin güzâriş-i âdeminden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pür hayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrar âlûd bir sürat var!

4 Nisan 2013 Perşembe

bademlerden say beni



Say bademleri, 
say acı olanı, uyanık tutanı say, 
beni de onlara kat:

Gözünü arardım hep, gözünü açtığında,
sana kimselerin bakmadığı bir anda,
örerdim ya o saklı, o gizli ipliği ben,
ki onun üzerinde tasarladığın çiy'in
testilere doğru kaydığı bir zamanda,
yüreğe varamamış öz bir sözle korunan.

Ancak böyle varırdın adına, senin olan,
o şaşmaz adımlarla kendine yürüyerek,
savrulurdu çekiçler sanki bir çan kulesi
boşluğundaymış gibi senin suskunluğunun.

Ölmüş olan o şey senin koluna girer
ve işittiklerin de seninle birleşirdi,
üç olup giderdiniz geceyi katederek.

Beni de acı yap, acı yap beni.
Bademlerden say beni.

paul celan