28 Şubat 2013 Perşembe

rabbim merhametin vardır




Rabbim merhametin vardır
Hülya ver şu lezzete karanlıklardan.
Akşam dualarından sonra
Kanımın hayvanlığı avuçlarımda kalan

Ya düşünmek olsun hep
Asil bahçelerde heykeller gibi.
Ahmak kuşlar gibi göklerde arayalım
Baştan başa nasibi.

Ya sarılmak olsun hep
Nedametsiz ve murdar;
Şehrin ve dağların sessizliğinde
Aşka, ölüler kadar.

DAĞLARCA

Çocuksuz Geceler / Fazıl Hüsnü Dağlarca


Bu gece beni terk ettin çocuğum
Ki hala ellerimde bir şafak.
Herkes ölürken son anda
Bir gece hatırlayacak.

Birikti serçeler saçaklara
Davetler gibi uzaklardan.
Ülkeler midir ki varılmaz
Uykular içre kalan.

Vaktin saadetiyle durmuş
Kağıt gemilerim ve rüzgar.
Seyretsin sonsuz hudutları,
Harap kalelerinde krallar.

Çocuğum tarlalar sarardı,
Nur gibi olgun başak.
Herkes ölürken son anda
Bir çocuk hatırlayacak.

çocuklar korkunç allah'ım


Çocuklar korkunç Allah'ım,
Elleri,yüzleri,saçları.
Uyurlar bütün gece
Yok sana ihtiyaçları.


Çocuklar korkunç Allah'ım,
Bebek yaparlar haçları.
Aşina değiller hatıramıza
Severken aynı ağaçları.


DAĞLARCA

27 Şubat 2013 Çarşamba

ölüm fügü



Akşam vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve öğlenlerle sabahlarda bir de geceleri
hiç durmaksızın içmekteyiz
bir mezar kazıyoruz havada rahat yatılıyor
Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan 
hava karardığında Almanya'ya senin altın saçlarını yazıyor Margarete
bunu yazıp evin önüne çıkıyor ve yıldızlar parlıyor
köpeklerini çağırıyor ıslıkla
sonra Yahudilerini çağırıyor ıslıkla toprakta bir mezar kazdırıyor
bize buyruk veriyor haydi bakalım şimdi dansa

Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve sabahlarla öğlenlerde bir de akşamları
hiç durmaksızın içmekteyiz
Bir adam oturuyor evde yılanlarla oynayıp yazı yazan
hava karardığında Almanya'ya senin altın saçlarını yazıyor Margarete
senin kül olmuş saçlarını Sulamith bir mezar kazıyoruz
havada rahat yatılıyor

Adam bağırıyor daha derin kazın toprağı siz ötekiler
şarkılar söyleyip dans edin
tutup palaskasındaki demiri savuruyor havada gözlerinin
rengi mavi
sizler daha derine sokun kürekleri ötekiler devam edin
çalmaya ve dansa

Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
ve sabahlarla öğlenlerde bir de akşamları
hiç durmaksızın içmekteyiz
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
senin kül saçların Sulamith adam yılanlarla oynuyor

Sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü o Almanya'dan
gelen bir ustadır
sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra sizler
duman olup yükseliyorsunuz göğe
sonra bir mezarınız oluyor bulutlarda rahat yatılıyor

Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
Sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya'dan gelen bir ustadır
Akşamları ve sabahları içmekteyiz hiç durmadan
ölüm bir ustadır Almanya'dan gelen gözleri mavi
bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
köpeklerini salıyor üstümüze havada bir mezar
armağan ediyor
yılanlarla oynuyor ve dalın düşlere ölüm Almanya'dan
gelen bir ustadır

Senin altın saçların Margarete
Senin kül olmuş saçların Sulamith

paul celan

mevsimler. iklimler. kemanlar. notalar yapraklar gibi gök ağacından...


25 Şubat 2013 Pazartesi

açık deniz



Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı "Byron"u bedbaht eden melâl
Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl...
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu...
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı!
Bir gün dedim ki "istemem artık ne yer ne yâr!"
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar;
Gittim son diyâra ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!

Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;
Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean;
Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara,
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!
Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn,
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...
Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü!

Rûhunla karşı karşıya kaldım o med günü,
Şekvânı dinledim, ezelî muztarip deniz!
Duydum ki rûhumuzla bu gurbette sendeniz,
Dindirmez anladım bunu hiç bir güzel kıyı;
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı.

YAHYA KEMAL




23 Şubat 2013 Cumartesi

kurşun gazeli



savaşa girdin kalbim bin yara aldı beni 
ne denli acı varsa aradı buldu beni

seni bir bomba gibi taşımak bu göğüste
bir ebubekir kıldı bir ömer kıldı beni

kurmak bize düştü bu kalbi sökülmüş çağı
buyruk en ağır yükün altına saldı beni

atıldık kurşun gibi kentin alanlarına
bir kaç put ve taş gördü birden irkildi beni

parça parça bir yürek delik deşik bir bağır
bir beş değil sevgili bin kurşun deldi beni

bir de bakışlarındır kurşun gözlerin senin
kılı kıpırdamadı el gördü geldi beni

yine seni özlemek birikti bir dağ gibi
ve yürüdü üstüme altına aldı beni

bir katılık döşenmiş upuzun bulvarlara
adım atar atmaz bir donma aldı beni

böyle çıktım alana ve yürüdüm yürüdüm
ne görebildi kimse ne anlayabildi beni

ve put alanlarından geçtim ibrahim gibi
bir savaş bildi beni bir eylem bildi beni

osman sarı

22 Şubat 2013 Cuma

hatıra ormanı



bir masal zamanından yazıyorum
bu şiiri sana
istersen yanmış bir ormandan
hatıra diye sakla

sirklere düşmüş deniz kızlarını düşünür
bacağından vurulan atlı karıncaları
bir tanrıdır sıkılır gider kendi göğünden
her yalnızlıkta yaslı bir anlam var

yeşil mürekkeple yazar mektubunu
bir selanikli gibi uzanıp öper rüzgar
uyur portakal ağaçlarının göğsünde
içimde kederle yanan bir şey var

üsküpte biri çamaşır assa sakız kokan
burnunun kemiği sızlar burada Tatyos’un
derinden çalar şarkım kimse dinlemez
kolumdaki aşı lekesinde gizli bir çiçek var

yaşamadım diye yazıyorum
bu şiiri sana
kıyabilirsen bir ormanı yak da
benden hatıra diye sakla

ONUR CAYMAZ 

silencio - beethoven. annesiz, babasız, üvey bir tanrının kollarında...


19 Şubat 2013 Salı

iki kere gelmiş geçmiş ola




I

Taşları eriterek önümüze döşüyor, yürüyüp gidiyoruz 
“_ Son oyalanmasını göstermeyi kim keşfetmiş ilkin?
_ Çok köke inen bir soru bu, binayı çökertir, kovun bunu…”
Demek ki ben, sesimi asıp can çekiştirmeye yazgılıyım.

Çünkü başıyla oynanmış bazımızın, eti yavaş yavaş kelle olmuş
Büyüdüğü doğru ağaçların ama doğru değil çocukların
Büyümek istedikleri...

Susacak ne çok şey var…


II.

Kendime taziyem odur ki görüşeceğiz sanırım
Kendime vasiyetim o ki gelme benimle
Kendime salık veririm uzak durma benden
Kendime daha ne deyim ne gelir elden
Kendime aldım bunu kalacak sana
Kendime ayırdım desem de artmadı bana
Kendime geldim diyemem misafirinim ey dizlerim
Kendime konuşasım var sana ne diyeyim
Kendime baktım da şöyle bir babamım
Kendime baktım da şöyle bir babayım.

Susacak ne çok şey var
Gemiler ayrılacaklarını bilmiyor kıyıdan
Susacak ne çok şey var
Kıyı duruyor hep ayrılıyor gemiler.

Gemiler denizin üstünde
Etin üstünde jilet gibi.


celal fedai

18 Şubat 2013 Pazartesi

umuttan söz etmek istiyorum


Bu acıyı Cesar Vallejo olarak çekmiyorum. Şu anda ne sanatçı, ne bir insan, hatta ne de bir canlı varlık olarak acı çekmiyorum. Bu acıyı bir Katolik, bir Muhammedî yahut dinsiz olarak çekmiyorum.

Yalnızca acı çekiyorum bugün. Adım Cesar Vallejo olmasaydı da çekecektim bu acıyı. Sanatçı olmasaydım, aynı acıyı duyacaktım yine. İnsan da olmasaydım, hatta canlı varlık ta, böylesine çekecektim bu acıyı. Katolik te olmasam, tanrı-tanımaz da olmasam, Muhammedî de olmasam yine acı içinde olacaktım. Bugün en dipten başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.

Açıklamasız bir acı içindeyim şu anda. Öyle derin ki acım bir sebebe bağlanamaz, bir sebebe de bağlanamaz. Sebep ne olsun ki? Ona sebep olabilecek önemdeki şey nerede? Hiçbir şey sebebi değil, hiçbir şey ona sebep olacak güçte değil. Bu acıdan doğan şey ne işe yarar.

Benim acım bir tuhaf kuşların kuzey ve güney rüzgârlarından döllenip saldıkları tarafsız yumurtalardandır. Sevdiğim kız ölseydi, acım çektiğim acı olmakta devam ederdi. Boynumu kesselerdi usturayla, ben yine şimdi duyduğum acıyı duyardım. Bu hayatta değil bir başka hayatta olsaydım çekeceğim bundan başka bir acı olmazdı. Bugün en yücelerden başlayarak acı çekiyorum. Yalnızca acı çekiyorum bugün.

Açların acısına bakıyorum da benimkinden nasıl da uzakta görüyorum onu. Açlıktan ölecek olsam, bir ot olsun biterdi mezarımda. Aynı şey âşıklar için de öyledir. Âşığın kanı, hangi kaynaktan ve ne yöne aktığı belli olmayan benim kanım yanında nedir ki?

Şimdiye dek evrendeki her şeyin kaçınılmaz olarak baba-oğul bağlantısı içinde olduğunu düşünürdüm. Oysa bugün işte bakın ne babadır benim acım ne oğul. Batan gün olmaya tümseği yok, fazlasıyla sinesi var doğan gün olmak için ve loş bir yere konacak olsa hiç ışık salmayacak, aydınlık bir yere koysan gölgesi olmaz. Bugün acı çekiyorum, olsun ne olacaksa. Bugün acı çekiyorum yalnızca.

Cesar Vallejo

17 Şubat 2013 Pazar

SİGARA ALMAK İÇİN DIŞARI ÇIKTIĞIM GECELER

.....................................................
.....................................................
.....................................................

......................................................
......................................................

Hayatımdan daha uzundu.

cebimde ölümüm



Gülüm gülüm
Bu kentin koynuna girdiğim günden beri
Cebimde ölümüm
Avuç avuç dağıtırım insanlara
Bir türlü tükenmez ölümüm.

Üzümleri aydınlatırım masal çarşılarını
Yatağına sığmayan ırmakları
Mağara içlerine gizlenmiş aşkları
Yerler mühürlenince akşamları
Kanlı sulara gömülürüm.

Gülüm gülüm
Benim ölümüm
Çocukların kulaklarına küpedir
Vitrin denizlerine zincirlenmiş çocukların

alaeddin özdenören

sarabande


16 Şubat 2013 Cumartesi

memurun ölümü


Bir gece, mümeyyiz İvan Dimitriç Çerviakov, ikinci sıra koltuklardan birine oturmuş, dürbünle “Kornevil Çanları”nı seyrediyordu. Çerviakov seyrediyor, mutluluğun en yükseklerine ulaştığını duyuyordu. Derken birdenbire… hikayelerde bu “Derken birdenbire”lere sık sık raslanır. Yazarların hakları var: hayat beklenmedik şeylerle öylesine dolu ki… Derken birdenbire yüzü buruştu. Gözleri kaydı, soluğu kesildi. Dürbünü gözünden ayrıldı, eğildi ve… hapşuuuu!.. diye aksırdı. Bildiğiniz gibi aksırık, hiçbir yerde, hiç kimseye yasak edilmemiştir. Köylüler de aksırır, emniyet amirleri de aksırır, hatta bazen, danışmanların bile aksırdığı olur. Herkes aksırır. Çerviakov hiç de bozulmadı, mendili ile ağzını burnu sildi, nazik bir insan gibi, kimseyi rahatsız edip etmediğini anlamak için etrafına bakındı. Ve hemen utanmak zorunda kaldı; önünde, birinci sıra koltuklardan birinde oturmakta olan yaşlı bir zatın kafasını, ensesini eldiveni ile dikkatle silmekte olduğunu, bir şeyler mırıldandığını gördü. Çerviakov, ihtiyarın ulaştırma bakanlığında çalışan sivil generallerden Brizjalov olduğunu tanımakta gecikmedi:
- Adamın üstünü başını berbat ettim, diye düşündü. Gerçi, benim amirim değil, yabancı, ama ne de olsa hoş bir şey değil. özür dilemeliyim.
Çerviakov, öksürdü, gövdesini biraz ileri doğru verdi, generalin kulağına:
- Af buyurun, efendimiz, diye fısıldadı; üstünüzü başınızı berbat ettim. İstemiyerek oldu.
- Zararı yok, zararı yok!..
- Allah rızası için af buyurun! Ama ben… Böyle olmasını istemezdim.
- Ama oturunuz rica ederim. Bırakın da dinleyeyim!..
Çerviakov utandı, alık alık sırıttı, sahneye bakmaya başladı. Tiyatroyu seyrediyor ama, zevk duymuyordu. İçini bir kurt kemirmeye başlamıştı. Perde arasında Brizjalov’a yaklaştı, yanıbaşında yürüdü, ürkekliğini yenerek mırıldandı:
- Efendimiz, üstünüzü başınızı berbat ettim. Af buyurun! Oysa ben… Hiç de böyle olmasını istemiyordum.
General:
- Yeter artık canım, ben onu unutmuştum bile, oysa siz boyuna tekrarlayıp duruyorsunuz, diye söylendi, alt dudağını da hızlı hızlı oynatmaya başladı.
Çerviakov, şüpheli şüpheli generale bakarak: “Unutmuş ama, gözleri hain hain bakıyor, konuşmak bile istemiyor,” diye düşündü. “Bunun bir tabiat kanunu olduğunu kendisine anlatmalıydım. Yoksa herif tükürmek istediğimi sanabilir. Şimdi sanmasa bile, sonra sanabilir.”
Çerviakov evine gelince ettiği kabalığı karısına anlattı. Karısı, görünüşe göre, olup biteni pek de umursamadı. Yalnız korktu, ama Brizjalov’un bir “Yabancı” olduğunu öğrenince rahat bir nefes aldı:
- Neyse sen yine gidip ondan özür dile, dedi. Sosyete hayatında nasıl davranılacağını bilmediğini sanabilir.
- Bütün mesele işte burada ya! Ben özür diledim ama, o biraz tuhaf davrandı. Akla yakın bir söz söyleyemedi. Hoş konuşmayada vakti yoktu ya.
Ertesi gün Çerviakov yeni üniformasını giydi, traş oldu, meseleyi Brizjalov’a anlatmaya gitti. Brizjalov’un bekleme odasına girince orada bir çok ricacılar, bunların arasında da, ricacıların dertlerini dinlemeye başlamış olan Brizjalov’u gördü. General, birkaç ricacının derdini dinledikten sonra gözlerini Çerviakov’a kaldırdı. Mümeyyiz:
- Dün gece “Arkadi” de… diye anlatmaya başladı, eğer hatırlarsanız efendimiz, aksırmış ve… istemeyerek üstünüzü başınızı berbat etmiştim. Af…
Sivil general:
- Ne saçma şey… aman Yarabbi, diye mırıldandı ve bir başka ziyaretçiye dönerek: Siz ne istiyorsunuz? Diye sordu.
Çerviakov sarararak: “Konuşmak istemiyor,” diye düşündü. “Demek ki kızıyor. Hayır, bunu böyle bırakmamalıyım… ona anlatmalıyım.”
Sivil general, son ricacı ile konuşmasını bitirip çalışma odasına yürüyünce, Çerviakov da arkasından yürüdü.
- Efendimiz, diye mırıldandı, efendimizi rahatsız etmek cesaretinde bulunuyorsam, bu sadece içimdeki pişmanlık duygusundan ileri geliyor. Siz de bilirsiniz ki efendimiz, isteyerek yapmadım.
Sivil general, ağlamaklı suratını astı, elini sallayarak:
- Ama siz benimle düpedüz alay ediyorsunuz! Dedi, kapının arkasından kayboldu.
Çerviakov evine giderken şöyle düşündü: “Bunda hiçbir alay yok. Bir türlü anlayamıyor, bir de general olacak. öyle ise artık ben de bu palavracıdan af maf dilemem. Canı cehenneme! Ona bir mektup yazarım. Ama bir daha gitmem, vallahi gitmem.”
Çerviakov evine giderken böyle düşünüyordu. Generale mektup yazmadı. Düşündü taşındı, ama bu mektubu bir türlü toparlayıp yazamadı. Ertesi gün kendisinin gidip işi anlatması gereksedi.
General sorgu dolu gözlerini ona diktiği zaman Çerviakov:
- Dün efendimizi, buyurduğunuz gibi, alay etmek için rahatsız etmeye gelmemiştim. Aksırırken üstünüzü başınızı berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Alay etmek benim ne haddime? Bizler alay etmeye kalkarsak o zaman, efendime söyleyeyim, insanlara saygı kalır mı?
Mosmor kesilen, sapır sapır titreyen general, birdenbire:
- Defol!.. diye bağırdı.
Dehşetinden kireç gibi olan Çerviakov, bir fısıltı halinde:
- Ne buyurdunuz? Diye sordu.
General ayaklarını yere vurarak:
- Defol!.. diye tekrarladı.
Çerviakov’un karnında bir şeyler koptu. Hiçbir şey görmeden, geri geri kapıya gitti, sokağa çıktı, yürüdü. Bir makine gibi evine gelince, üniformasını çıkarmadan, kanepeye uzandı ve… öldü.

Anton Çehov
1883

"ben miyim dünyaya kendini satan?"


14 Şubat 2013 Perşembe

"this is hell. right here!"


 21 Gram...

"Kalbim / Benim bir ormandı" Ahmet Haşim


beyaz



Bir bademin altına, yorgun, oturmak biraz,
Ayrı ayrı seyretmek çiçek açmış her dalı.
Artık bütün renklerden, artık uzaklaşmalı:
Beyaz işte, aylardır gözümde tüten beyaz.

Kış bitti... Uzaklarda ilk ümitler gibi yaz,
Duyuyorum bu sabah, kış içimden çıkalı,
İçimin dört duvarı bembeyaz badanalı,
Ah, sade nefes almak, göğsüme dolan bu haz...

Bir kuş ötecek şimdi... Havada bir durgunluk,
Mermeriyle konuşan açık kalmış bir musluk,
Beyaz çiçeklerini tektük düşüren kiraz.

Bahar pınarlarından içime damlayan su,
Bembeyaz çiçeklerin ıslak, temiz kokusu,
Kış bitti... Uzaklarda ilk ümitler gibi yaz..



ziya osman saba

12 Şubat 2013 Salı

olvido


Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...

Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kağıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.

Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyar ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.

Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.

Ya sen! ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.

Ey unutuş! kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! kurtar bu gamlardan beni.

Dıranas