26 Haziran 2012 Salı

LE V H A


Kanıma karışan güneşi en çok onu yıkılası dükkânların önünde
Toz kaldırmayan sessiz adımlarımın yekinmeyi bilmeyişini
Can havliyle öldürülüşümün geciken öcünü ateşli hastalıkların üçünde
Aşkın ve tabiatın rahlesinde boya alçı yapılırlı yazgıyı bildim silmeyişini

Birtakım kısa boylu şairlerin boyundan küçük şiirlerini evelallah

Geçip gittik onların cılız kaygılarından romantizm tüccarlığından
Yanık kanatlarının cürümünü süslediler sağa sola hazmı evvel kamuya
Kâğıttan gemilerini yüzdürdüler ya sözde çok su kaldırdığından

Biz ışığı kendinden menkul evlerde beklettik şark usulü mihneti

Evlerin bize bakan köşelerinde yorulan dalgın ikindilerde sızıyı
Anladığımızda alt tarafı yeryüzü olan imanımızdı bükülmezdi
Geceyi karanlık zannedenler kaça böldüyse parçalamasaydı zamanı

Ekmekten ayrı değil sedirden serinlikten ayrı değil kınalı uykulardan

Rüzgârı biçen kelam-ı kadim endamı şehre muhalif uslanmaz hafıza
Odur sımsıkı tuttuğumuz ısındıkça aşk olur koyulaşır kitaplardan
Ondandır sakallarımızı ağartan hüzün taşı çatlatan dua

Kimseyi göstermez aynalardır kılavuzumuz cennetten yapılıdır

Senin gözlerin için çünkü orada durur en aşina en sıcak yalnızlık
Sokaklarda yürümeyi aşktan öğrendik yürürüz aşkın da ötesine
Daha da yürürüz yürüyüşümüzü göğe kaldırır bu içli yalnızlık

Geri çekilişlerde elimizde bir ucu yanık haritalara alıngan

Tasarrufu unutulmuş oldukça masum hayattan sıyrılmış bakışlarımız olur
Hırçındır ciddiydi mutluluğumuz parantezi olmaz onun o da Allah’tan
Allah’tan esaslı dip diri ayetler kuşanmış bereketli ölümlerimiz durur

Bizim kalbimizden başka annemiz olmamıştır sökülüdür o da yerinden

Dikiş tutmazdır göverir kabuğu bağlar bizi onulmaz yaralara
Kırılan hayallerin toprağında bulur bizi yer değiştiren bulutlar sesimizden
İsimlerimiz birbirine karışır mezarlarımız okunmaz hayata tutunanlara

kitap-lık - haziran 2012

16 Haziran 2012 Cumartesi

şairin şapkası konuşuyor..






beni burdan alın, yalvarırım
birer yangın yeri saç dipleri

beni burdan alın
salkım salkım
üzüm gibi cümleler
altında ayakların
kaynıyor kazanlarda şıra
kesik başlar atılmış
alevlerin ortasına

beni burdan alın
bir kurt gibi bu adamın
parlıyor gözleri
ateş vurdukça kafatasına

nefesi lav borusu
sözleri mağma
bu baş patlatmalarla
saçılacak dört yana

beni burdan alın
birer kılıç darbesi
kaderin her çizgisi
alnında bu adamın

beni burdan alın, bu başın
şakaklarında zonklamalar
timurlenk ordusunun
nal sesleri var

beni burdan alın
kara bir gök gibi kapattığım
acımasız dönen dünyanın
acısından büyük acılar.. 

cevdet karal

usta ölmeden bana





Bana bir oyun öğret ben onunla kolayca
Alayım gündüzleme palazın rolünü ezberime
Kanayım revnaklı ilk köhne baharın vızıltılı
Karnıbaharın tuzu ekşisi bol zeytinyağlı
Dilimlerden bir dilim iyi pişmişinden
İmbat eseninden bir gurûb vakti
Daha ne.

Dilimse bir dilim gelirsem senin dillerinden
Piştik diyelim pîşem sattığım kadarıyla senin pîşen
Varıp olayım yasalar dışı gök toplantısı beratı
Kasalar içi peynir madalyon semere sürtülmüş ceket
Ebeyim hep zaten bana demezler mi ebem kuşağı
Hurra! Şapkalar havaya
Performanslarımda kapalı gişe ve tezgâh altı halen
Yıldız değil miyim salon karardığında kim bilmez
Kaldırımda tarağım. Jilet gibiliğimin
Sorulur yanı vardır sokak kedilerine güneşim
Tüm tezgâhın bahşiş tahsis edilişinde komşuya
Şehir havaî fişeklerle sarıldığı sırada ayım
Usta ölmeden bana bir oyun öğret
İnsan olayım.

Gelmiyor içimden senfoni olmak sonat divertimento
Ölüm var beni tanıştır demiyorum usta arkadaşlarınla
Bana bir oyun öğret ben onunla kolayca
Esner tıksırır senin yâdınla camı aralarmışcasına
Unutmam uyuşmam bulaşmam aldırmazlığa
Ebadı ithal reprodüksiyonların nereciliği
Ne cins kâğıda hangi sür’atle basılageldiği
Usta öğret bana bir oyun
Ölmeden bir oyun öğret bana.

Bana vodvil bile olsa yeter
Tokası her çilli yerli kızın her
Calamity Jane’nin revolver
El hak süzüm süzüm perdelerin iki yana
İki yandan perdelerin hesap sorarcasına
Çekiliniverişlerinde mukim hakikat
Kabir azabına katlanabileyim diye
Yedeğimden ayırmadığım takat
Dama beş taş uzun eşek üçkâat
Noksanım senin öğretmediğindir usta
Kırk körpe akla erenlerdenim yontulmuşum
Berelenmeden geçiverdim ilersine toyluğun
Döndü günler aylara ısı düzü ediyor terfi
Senden öğrenemezsem ölmeden bir oyun
Usta ölmeden bir oyun öğretmezsen bana
Taşar yok yere köpüğümle ziyan olurum.



İsmet Özel

yaz bitti


13 Haziran 2012 Çarşamba

çapalı karşı


Kollarında eski balık dövmeleri
teodor kasap perhiz ahali içmez
ay türkçe rakı çıkmıştır kapalı
ve geniş muhlis sabahattin'den
ayşe opereti ne güzel bir hiç

Üç yıllar var ki minyatürlere mahkûm
teodor'un o eski balık dövmeleri
ay osmanlılaşmış abi tüfekçi olmuş
ve korkunç taş gülmekler muhlis'te
gibi merdivenli bir sokaklar uzatmış
çiçek bahçelerine kaçabilsin ayşe
atlı tramvaylarla ne güzel bir hiç

İşte o biçim gecelerde kucaklamış
getirir enflasyon arkadaşlarını
kova abdülhamit akşam gazeteleri
dağlar gibi yalnızlık ne güzel bir hiç.

ece ayhan

vişneçürüğü şiirler


1. Kapkaragümrüklü ölçüsüz ayaksız Ali çocuklar
Asılmak bilirsiniz kesin tehlikeli ve yasaktır
Edirnekapı- Bahçekapısı sarı kamu taramvaylarına

Haramiler Durağından Beyoğlanlıları öne alır
Ve delip geçer yedi kenti saatlerin en köründe
Halk kipiyle voyvooo! Ölüm! -Ölüm! tramvayları
Ardınca siz vişneçürüğü şiirlerimi bırakmıştır

2. Duyduk duymadık demeyin ha altıparmak çocuklar
Tam da kalfalığa giderken lekelenir çıraklar
Uyurlarken dahi o parmaklarındadır yüksükleri
Parça başı dikişler çıkabilir diye düşlerde

Kim bilir kaç şiirdir kamburu göğsünde bir çocuk
Bir silkinecek ve bütün askeri okullara girecek
Karartma benizli bir roman çocuğu arkadaşı da
Demirkapı dolaylarında asker - sivil terzisi olur

3. Ali Korna kağıdına basılmış parlak çocuklar ise
İstanbul padişahlarına çıkartırlar beş numara - iyi mi?

(Yort Savul)

Ece Ayhan

istanbul

Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik, 
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden. 
Martılar konuyor omuzlarıma, 
Gözlerin İstanbul oluyor birden. 


Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım 
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen 
Durgun sular gibi azalacağım 
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmezsen. 


Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince 
Yalnız gözlerime bak diyeceksin. 
Ellerim usulca ellerine değince 
Kaybolup gideceksin 


Bir elim seni çizecek bütün pencerelere 
Bir elim seni silecek. 
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere 
Senin için yeni baştan can kesilecek. 


Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde 
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde 
Ne güzel bineceğin vapurları kaçırmak 
Yapayalnız kalmak iskelelerde. 


Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik, 
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden. 
Martılar konuyor omuzlarıma, 
Gözlerin İstanbul oluyor birden.


yavuz bülent bakiler

"yalnızca gerçekleşmemiş aşklar romantik olur"


kafası karışık adamlardan biriyim oğlum. kafa karışıklığını hangi anlamda kullandım biliyor musun? hiç bir anlamda!


12 Haziran 2012 Salı

dance of sarasvati


"ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar yok"


jazz



Bu vapuru kaçırırsam beni belki de cinnet basar
belki kanser olurum bu yıl sınıfta kalırsam
nöbette uyursam eğer kitaplarımı yakarlar
etimde şirpençe çıkar bu kızı alamazsam
bu işi bitiremezsem şehirden beni kovarlar
izin kağıdım yanar konuşacak olursam
bu senet bankalar kapanmadan
ruhumun rengini kapatmayacak olursa
ölür kuyuya düşen çocuk
çocuğun mercan saati çatlar mutlaka
koşup haber vermeliyim
yetkili memura
bahar geliyor, ilerliyor yeminler
alnımı kapıp getirmeliyim
denizi karşılamaya
kırlangıcın kanadındaki kezzap
leylakta sıkışan buhar için
nabzımı bulmalıyım nerede bulacaksam
nabzımı çünkü ben kasadan fiş alarak
yağmuru, selvileri zor durumda bıraktım
benim yongalarımdan yapıldı bu çelenkler
ben papatyaları şımartmadım diye oldu
Mata Hari'ler casus, Al Capone'lar gangster
inmem gerek gözbebeklerimin altına
beynimin ortasına büzülmeliyim
gevşeyip kımıldayabilirim oradan sonra
dum di dum
duridum dubida
kendi kalbimle zamanım arasındaki sarkaç
püskürtüyor beni dünyaya
bırakıyorum zerreciklerime kadar emsin beni
Atlantik ve Pasifik ve beş kıta
koşmam gerek
yetişmem gerek yazgıma
tutmam gerek, sormam gerek, bilmem gerek
esenlemem, kargışlamam, irkitmem gerek niçin
niçin, niçin, niçin
kuyuya düşen çocuk niçin ölmesin



ismet özel

kız kulesi beyaz iken





kız kulesi beyaz iken
ümitgilde biz ikimiz
kurabiye yiyor idik
sütlü çayın yanında
sahili çitiliyordu
sürü sürü yunuslar
kumrulardı homur homur
manastırın camında

kız kulesi beyaz iken
ne ayıptı söylemesi
ümitgilde ikimizdik
birbirine tutulan
çorabımız yamalıydı
kopçalıydı yakamız
kimseden kopya almadık
bahanelerimiz talan.

kız kulesi beyaz iken
hemşehriler seslenince
terbiyemiz yettiğince
baktığımız taraf başka
kol ağızları kolalı
ağırdı çok bilet parası
azımsayıp yanaşmadık
bir pişirimlik aşka.

kız kulesi beyaz iken
saf ipek kaşındırırmış
mangal kangal kafiyesi
yıpratılmışlığa namzet
yıpran berrak derlerse uç
uçma bulandıysa hava
yatır dizine yârini
sihirlice bir söz söylet.

kız kulesi beyaz iken
sözün sihri bize yârdı
ümitgillerin köpeği
sınıf ayrımı yapardı
kokartlıydı ikindimiz
japone kolluydu bayram
sezdirmez müddeiumumi
filan sokağa sapardı.

kız kulesi beyaz iken
nazar değdi çarşılara
arnavutlar hava bastı
hamal sandıkları kürtler
lokantada martı çıktı
tezgahları kül kapladı
yalayıp zıpır avuçlarını
taban yağladı züğürtler.

kız kulesi beyaz iken
ölmek fikri minnacıktı
döviz yedi kilo aldı intihar
gecelik faizle boy attı
güpegündüz sarkıntılık
hanım kudurdu bey azdı
vücuttaki mahrem kılı
eflatun pembe boyattı.

kız kulesi beyaz iken
yaşamak evlat acısı
kaça çıkar diye sorduk
iş çıkardı başımıza
çirkin ördek palaz iken
keşişleme poyraz iken
ümitgillere gece yatısı
ağu dendi aşımıza.


ismet özel

ibrahim





ibrâhim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhim
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı

ibrâhim
gönlümü put sanıp kıran kim





asaf halet çelebi

beddua



kendi göklerimden indim
kendi duvarlarıma
konduğum duvarlar yıkılsın
                        bahtiyâaar

havuzlarımda birkaç damla su içip
ağaçlarımın çiçekli dallarına uçtum
konduğum dallar kurusun
                        bahtiyâaar

seni bahçelerimde uyuttum
seni duvarlarımda sakladım
havuzlarıma güneşler vurduğu zaman
gözlerini açıp bana gülerdi
                        bahtiyâaar

yazık sana verdiğim emeklere





asaf halet çelebi

8 Haziran 2012 Cuma

hanifta (yaban çileği)


Biz Karadenizliler artık bir çok uzak akrabamızı gidip göremezsek de aile oturmalarında kim nerde, kimin çocuğu oldu, kim evlendi, köyde kim kaldı, köye kim döndü vs. haberlerini yani hafıza güncellemeyi doğamızın bir geleneği gibi harfiyen yerine getiririz.. Biz Karadenizliler mesela yeğenlere ‘torun’ deriz, mesela dedemizin ikinci eşinden çocuklarıyla da öz halalarımız öz amcalarımız gibi yakınız.. Babam köyden cumhuriyet kurulmadan çıkıp şehre yerleşti ancak amcalarımız halalarımız çocukları bir ayakları hep köyde kaldı..
İşte bazen bir haber gelir, yıkılır kalırsın.. Çocukluğumuzda bizi yaylaya ormana sırtında taşıyan Hatiçe halamdan kara bir haber, onbeş yaşında evlendiği aşkları dillere destan herifi (kocası) Hasan enişte ölmüş..
Arkadaşlarımız içeri alınmış, bunca yazı, iş, fırsat bulup gidemedik.. Hatiçe halam seksen yaşını çoktan geçmiş, bazen köyden telefon ederdi, ‘ula Nahat (Nihat), Erkan’ı niye almışlar’, Erkan dediği, İşçi Partisi genel başkan yardımcısı Erkan Önsel, ortak akrabamız.. –Ne bileyim hala, alıyorlar, işte.. Birkaç yıl önce bir telefon daha gelmişti, -Ula uşuğum Nahat televizyonlara daha niye çıkmaysin?.. –Kovdular hala… -Ee sen de başka yerde konuş uşuğum.. –Hepsinden kovdular hala..
-Ee onu kov bunu kov ne olacak bu iş uşuğum..
-Ne bileyim hala..
Yan yana gelip dertleşecek zamanımız olmadı..
Bir baş sağlığına yetişecek uçak param da yok, Allah göstermesin bir de Hatiçe halanın ölüm haberi gelirse insan dünya gözüyle bir soluk gidip göremediğine kahreder..
 …
Karadeniz sahili topyekün kırılıp sökülüp cetvel gibi dümdüz hale getirildikten sonra doğrusu Karadeniz’den de Karadenizli olmaktan da sıtkım sıyrıldı, ne gidesim var ne göresim… Ama bizim Maçka hala ormanlar içinde, yılda bir kez olsun o ormanların içinde kaybolmadan rahat edemiyorum, tapınaklarımız gibi..
Düştük yollara, üç saat sonra Maçka’dayım.. Taksi tuttum, on lira tutar ağbi dedi, yok yok dedim arabanın geldiğini görür halam, arkadan gidelim, taksici, ağbi arkadan on-onbeş km. uzar, kırk lirayı geçer, geçsin .mına koyum, yayla yolundan inelim.. Sen beni tepede bırak, ben yürüyerek inerim köye, dedim..
Taşları çimlenmiş eski bir değirmenin yanında bırakıp gitti taksici.. Bir oturayım şöyle derenin kıyısında.. Yarım saatte inerim aşağı, köye.. Halamın türküleri geldi aklıma. Öyle türküleri var ki bir kitaba bedel: Yüreğum İnce İnce, Odunu Sür Ateşe..
Halam değil sanki İspanya’nın ünlü şairi Lorca..‘Ey benim yürecuğum, isli isli yanaysin, kendini çira gibi adamdan mi sanaysin..’
Değirmen yıkıntı taşları sarmaşıklar otlarla kuşatılmış.. Sanki derenin çağıltısı değirmenin yerinde yeller esen bir taşı varmış gibi sesiyle hala döndürüyormuş gibi, sesler geliyor..
Hemen karşımda taşların yanı başında otlarını neşeyle yola yola bir inek.. Oturup burada ineğin otları yoluşunu bin yıl seyretsem..Elli metre kadar var yok kapı önünde ihtiyar amca da göz ucuyla ineği takip ediyor, çok lezzetli bir saadetle.. İhtiyar amca evin yanında bir küçük tahta kulübeye, hela olmalı, tahta mandalını gacırtısını buradan duydum, indirip..
Ne kadar zaman oldu tahta mandal görmeyeli, bir zamanlar mahremiyetimiz ne kadar basit bir mekanizmaya bağlıymış.. Şimdi bir tuvalete girsek kilit üstüne kilit.. İnsan böyleydi bir zamanlar, tarlalardan tepelerdeki karlardan ağaçlardan niye şüpheye düşsün.. İçime bir heves düştü, sıkışmadım ama nedense o tahta mandallı helaya ben de girsem şimdi, o ihtiyar amca gibi devleşeceğim sanki..
Vurdum yola, evler ağaçların arasından görülmüyor. Dün gece sert bir sağanak toprağı ağaçların dibine yığmış, toprak yol boş nehir yatağı gibi.. Bulutların arasından güneş şakayla yüzüme ayna tutan çocuk gibi..
Büyük ağaçların diplerine çalılar çamur toplanmış, çömeldim yanlarına, yaylalar tepelere sarılmış yemyeşil halılar gibi.. Çalıların içinde kemik parçaları, birkaç gün önce kurtların ziyafetinden mi kalmış.. Karşı köyde horoz gibi gıranın (küçük tepe) başında, buralarda keçi olmaz, bir kara keçi, buradan dereye atlarım atlayamam gibi bir hesapla bakıyor..
Otların içine gömüldükçe böcekler minik çiçekler Pazar kalabalığı gibi.. İnsan her birine dokunmak istiyor.. İşte burada serserilik kanınıza giriyor, dönsem bu çayırlıkta turlasam yuvarlansam.. Bir tutamını olsun kopartmaya kıyamıyorsun..
Çayırları mutlu eden bir şey var, bu nasıl oluyor, onları mutlu eden beni de coşturuyor, bu çayırlar kardeşçe bir şey öğretiyor insana. hep burada kal, gitme, der gibi üstüme çıkıyor..
Oturmaktan uzanmaktan götüm başım ıslandı.. Paçalarımdan çeketime yeşillendim.. Dalların üstünde bir kuş yuvası, kocamış bir ağacın dibinde oyulmuş tilki sığınağı gördüm, kendi modern evimi acımasızca eleştirip kıyasladım.. Mercimek kadar küçücük çiçekler kızarmaya başlamış.. Yaprakların içine alevler yana yana girmiş gibi.
Ormana dalıyorum, eskiden burada karanlık gölgelerden korkuyordu insan, korkuyorduk ama şüphelenmiyorduk suçlamıyorduk, bu müsebbibi sadece Allah olan saf korkuyu ne kadar özlemişim.. Bulutlar yaprakların üstünden gölgesini öbek öbek çekiyor, her bir yaprağın yanakları elma gibi yağlı kızıl parlamaya başlıyor..
Ormanın içinden yürüyünce insan sanki insanlığa bütün borçları ödenmiş gibi bir sonsuz rahatlık, bahtiyarlıkla tanışıyor insan.. Yaş, kuru, yeşil çalılıklar ve kiremit rengi toprağa parmaklarını uzatınca, önemsiz kalıyor sanki içindeki bitmeyen çekişme, şehirde dönen ölümcül fırıldaklar..
Orman sanki ilahi bir meclisin üyeleri gibi, sanki gerçek parlemento, kimbilir, o büyük mahkemenin jüri üyeleri bu ağaçlar, öyle namuslu dikiliyorlar ki, ayağım sürçer ,bir falsomu yakalarlar, dilim dolaşır diye korkmuyorum, beni gözlüyorlar Allahım, hiç biri beni suçlamadan..
İçime delice sevinç katan işte bu unuttuğumuz ‘güvenli yolculuk’, üstelik başım her adımda dallarına çarpıyor.. Yola indiğimde diyorum, dönüp ormana çok saygılı bir bakış atmalıyım, onların diliyle ben de hışırtılarla konuşmalıyım..
Halam’la çocukluğum geldi aklıma, uşuğum, odunları meşale gibi tepesinden yakmayacaksın, çirayi altına sok, o kendine yanar… Döşemesi toprak, bir sedir, bir eski sandık, bir kara fırın bir teneke soba ve çift kat yün yatak ve yatağı kadar kalın çiçekli yün yorgan.. O eve bugün fazladan bir TV girmiştir, bu kadar..
Bulutlar kararıyor ay mı yürüyor ormanlar mı ardından koşuyor, yaprakların hışırtıları, çimenler yanar döner resimler gibi, kimsecikler yok ama sanki herkesin ruhu mahşer elbiselerini giymiş hışırtılar korosunda yerini almış gibi..
Her bir karanlık ağacın arkasına sinsi domuzlar gizlenmiş gibi, etrafı kolaçan ediyorsun, yağmur bastırınca hangi çalılığın altına saklanırım diye. Gelmiş geçmiş çağların en büyük fantezisi, o çalının altına o hayali hala çıplak sevgiliyle işte bu köy yolunda ilk gençlik yıllarında ne çok sarılarak ıslak ıslak ne çok sığınıverdik..
Ormanların valsi kelebeklerle çoktan başlamış, peşinden koşup çimenler üstünde yakaladım tuttum dansına ben de katılsam..
Birden elli metre kadar aşağıya inen sırtında ot yükü, halam bu..
Dur ses çıkartmadan peşinden iz süreyim, köye zaten beş dakika ancak kaldı..
Ormanın yarığından inen yerde minik bir dere akıyor, çeşmesiz oluksuz akıyor, başında yükünü devirdi, abdest alır gibi yalnız ayaklarını, şişlerini indirir gibi ova ova yıkadı..
Sırtını dev bir ladin ağacına verdi, belindeki kuşaktan uzun mallbora sigarasını çıkartıp yaktı, neden bilmem özgürlük deyince aklıma hep bu sahneler gelir..
Şimdi evinde bir ineği var, oysa bu köyün nüfusu ben çocukken yüz’ü geçerdi, yaylaya çıkan sığırları en az ikiyüz’dü, şimdi bomboş köy, tek başına rüzgara karşı tellendiriyor işte keyifle..
Bir ıkındı iki hıh dedi, yükünü yeniden vurdu sırtına, ben arkadan beş-on metre kadar yakınlaştım, ayak seslerim duyulur gibi oldu, ama seslenmiyorum, sırtında yük geriye de dönüp bakamıyor. Şimdi ben geldim desem, Hasan enişte öldü deyip sarılsam, yükün altında ağlaşmak istemem…
Ama ayak seslerimi de duyuyor olmalı..
Rüzgar dalları sarsarak çatırtılarla girdi ormana, bir yerlerden bir şeyler kırılmış gibi..
Hatiçe halam, sırtında yükü, seslerin geldiği ormana doğru biri mi var diye inceleyerek baktı, sonra elini alnında terekleyerek bir daha baktı, ormana doğru bağırdı:
‘Çık Hasaaaan, oynama benimle, gördüm seni…’
Süt dişleri çıkacak nerdeyse bu yaşta insan bebekler gibi ölüme inanır mı, hala herifinin bir yerlerde saklanıp gizlendiğini sanıyor, böyle işte..
Dayanamadım, yetiştim arkadan.. Hatiçe Hala.. Hatiçe hala..
Elini yeniden alnından terekleyerek tepeden tırnağa süzer gibi baktı bana.. –Uuuuyy Nahat uşuğum, ne işin var haburada….
Yükünü sırtından fırlatır gibi yere yıktı, ben sarılacağız sandım, süzme yoğurt torbası gibi memelerinin arasından bir mendil çıkını çıkardı…
‘Biliydim geleceğini deyip mendil çıkınını açtı, hanifta toplamış, yaban çilekleri, -senin için topladım…
‘Yavv hala bir dur sarılayım’, -sarılmaya daha vakit çok önce haniftaları ye…
-Yakaladım seni hala, ormanların içine doğru deli gibi konuşiydin…
- Ne bileyim uşuğum, soray misin, (deyip yine türkü gibi konuştu), soray misin, DOLUNAY VAR BU GECE, NASIL UYUYACAK HATİÇE…
İçim ağır bir hüzünle sıkıştı, gözümden yaşlar düştü. Ağladığımı gördü, geçiştirmek için, eliyle evi gösterip:
-Ne ağlaysin aha köye geldik, daa.…
Nihat GENÇ

7 Haziran 2012 Perşembe

november rain


smells lıke teen spirit


paint it black


heroes


lovesick


"düştümse eğer sana bakarken düştüm"




"vara iksir vara tin vara tılsım vara kut"





Otoyoldaki Kavşakta Kavrulmuş Ruh Satıcısı

Altmış sene yaşadım bir tek anım bile yok
Anılması korkulu yerlerdedir meşhedim
Faka bastım kaydı don çakar almaz çark amok
Oldum cennet aşısı binbir günah işledim

Anım yok. Bırakacak mirasım Hak getire
Rızkımla takometre sırf bu yüzden akraba
Müstantik olam dedim çalkap giyem setire
Uydurarak başımı örülmüş her çoraba

Örselerdi bir çorap kör nefsimi kabartan
Nesi körlük hangisi kadınların kaprisi
Yasa dışı bir zifaf bengi sulardan artan
Lâf çakmışlar çivisiz matematik köprüsü

Hiç Mao’nun, Lenin’in günahını almayın
Vitrinin çocukları Marquis de Sade yuttular
Ten sırrına ermeden başka telden çalmayın
Pezevenklik etmeyen İblisi de üttüler

Muamma mı göründü sana dünya işleri
Kanunların ruhunu okumak zor mu geldi
Haydi nem kap buluttan ve başlat yağışları
Ne yaptı Conte Cavour sen de yap Garibaldi

Satıver anasını anâsır mı olucan
Gel bu ruhtan satın al bedavacılık etme
Yut bu ruhu dökülsün barsağından solucan
Ne kalsın trahomun ne tutsun seni sıtma

Modası bu dertlerin çoktan geçti diyorsan
Riskliyse ruhu yutmak tezgâhtan gölgeni çek
Şehre git şehirden al çünkü şehirli insan
Tınlatır boş fıçının egzoz ritmiyle köçek

Üşüş ey kavruk ruha benim transit yolcum
Diren ey kimliğinle polis saldırısına
İşçim köylüm esnafım dar gelirli memurum
Ben ruh kavurduğumca para yakıp ısına

Şunu bil ki ruh satan başka eller sahtekâr
Hepsini déclassé say ipten kazıktan kopmuş
Asrî çağda onları lükse boğmakla Hünkâr
Zindan ettiği Muğla sürgüne saldığı Muş

Püf noktası neden ruh kavrulmadan satılmaz
Çünkü çiğ ruh bulantı sebebi sevdalarda
Çiğ ruh bakteri dolar alaşıma katılmaz
Öpüşürken siğildir elinle sev dalar da

Durayım ruh satmaya bütün yelkenler forsa
Müşteriye havasını almadan bakmayayım
Façama kıymam diyen görsün ne hali varsa
Hoş koku duymadıkça temenna çakmayayım

Nerelerde kalkmışım yokum konulan yerde
Ansızın anısızım aşklarım vesikasız
Uygunsuz yakalanıp örtündüğüm bu perde
Ne kadar kandırıcı bir o kadar yakasız

Vara iksir var tin vara tılsım vara kut
Ha gayret kanat takıp uçmama ramak kaldı
Ateş yakın su uzak ara yerdeki barut
Alay komutanıydı müdür bey ve bakkaldı

Ben benim benle doğdu ruh satanlar ruhsatı
Bildirildi benimle kıvam cehr uşşağına
Anım yok. Ha şimdi bilsin ruh ruhun kaç katı
Boşuna mı dikildik otoyol kavşağına.

İsmet Özel

ÖZLEMEYİ MUTLULUK ZANNEDEREK GEÇİP GİDİYOR GÜNLER...



3 Haziran 2012 Pazar

boyacıköy'de kanlı bir aşk cinayeti








Denize inen sokakların tarihinde bir yeri var mıdır? Bilinmez Ne ki yol kesen denizlerin kuşattığı bütün sokaklar, bir yerde gelir buluşur durağın biriyle
Boyacıköy Durağı
Boyacıköy Durağı, bir hüznün mekanıdır Dört mevsim sonbaharı yaşar, inerken solda bir telefon kulübesi durur Boyası dökülmüştür, köhne bir görünüşü vardır Telefon kulübelerinin tarihini bilmemiş olsanız, onun için rahatlıkla “asırlık” diyebilirsiniz Eski rum meyhanelerine, kumsallarda çatılmış küçük balık lokantalarına benzer (Gel ey denizin nazlı kızı ve laterna) Bırakılmış çiftlikler, terk edilmiş ahşaplar gibidir Bırakılmış hayatlar gibi Sanki oradan hiçbir yerle konuşamazsınız, orası yalnızca bir konuşma umududur; umutsuzluk telefonlarının edildiği, kederli haberlerin iletildiği: ölüm, intihar, ayrılık, karasevda ve benzeri Telefon kimsesizlikleri yaşayanlara, gece yalnızlıklarını telefonlarla gidermeye çalışanlara oradan telefon edilir Umutsuz defter satırlarında mayınlı numaraların izini sürenlere, hiç ses verilmeden kapatılan çaresiz arayışlara, bir sese, bir soluğa sığınarak gecelere tutunanlara, hep oradan telefon edilir
Arkasında bir puslu deniz çalkalanır durur, intihar karası bir efkar duman duman gezinir denizin üzerinde Kimse kimseye dilini öğretemez o telefonda Üşüyerek, elleri ceplere saklayarak, titrek seslerle konuşulur Ertelenmiş randevular, tavsamış birliktelikler, kurtarılmaya çalışılan evlilikler, dön bana telefonları Hiçbir şey değişmez Denizin üzeri duman
Kulübenin ardında iki katlı, yaşlı bir bina vardır Bir bırakılmışlık duygusu taşır lodosun eskittiği yüzünde Pencerelerine hep yağmur yağar (Camlarda yağmur izi) Gençliğine doyamamıştır Alt katında kimi işlemez dükkanlar, üst katında ise küçük bir sahil lokantası Dekorunu ve yemeklerini yıllardır hiç değiştirmemiş bir sahil lokantası Her bina, her yol, her ayrıntı denize göre konum almış gibidir; denizle yüzleşir durur
İnerken sağda kapışı çıngıraklı bir eczane -içinde ak saçlı, deniz kadar yaşlı, yuvarlak gözlüklü bir adam, ilaç kutularının ardında gülümser-, onun yanında yalnızca tek koltuğu bulunan bir berber dükkanı ve sürekli köşede bekleyen, gözünü denizden hiç ayırmadan bekleyen bir inzibat eri vardır Gözleri hep denizdedir, gözlerini alamaz denizden Sanki o köşeyi değil de, denizin başını bekliyordur Ve sanki Kars'lıdır, Erzurum'ludur Hiç deniz görmemiştir askerliğine dek Ve sanki şimdi denizden hiç ayrılamayacağını düşünüyordur Kim bilir belki de kapkara bir balıkçı sevdasına tutulmuştur Denizle ödeşecektir
Bütün bunlar bir fotoğraf sessizliğiyle denize karşı durmuş, beklerler
Boyacıköy Durağına, yukarıdan aşağıya inerken, Reşitpaşa'dan, Emirgan sırtlarından çoğalan nice yan sokak (Ki hepsi küçük parke taşlı, kafesli pencerelerinden saksılar taşan evleri taşlıklı, kapıları tokmaklı, yokuş inen, yokuş çıkan) gelir buluşur denize çıkan ve daha çok bir balık sırtını andıran bu uzun sokakla Tıpkı deniz özlemi çeken küçük derelerin gür bir ırmakla kavuşması gibi
Sokaksa tutar elinden bu küçük sokakların, tutar elinden iki yanına dizilmiş basık tavanlı, yorgun kepenkli, küçük dükkanların, her gün denize iner
Yedilerden, tepelerden denizlere inen en eski İstanbullulardandır bu sokak
Sabahları işlerine gitmek için -ya da öğle üzerleri bir yerden bir yere- denizi unutan, aklından çıkarmış olan bu insanlar, bu yan sokakların birinden buraya kıvrıldıklarında, anlarlar ki deniz vardır Oradadır Karşılarındadır Yürekleri hızlanır Adımları hızlanır Deniz, yol kesen bir Bizans eşkıyası gibi çıkar önlerine (Var mıdır böyle eşkıyalar Bizans'ta? Yoksa çağrışıma başka yerlerden mi taşınmışlardır?)
Kirli beyaz, buruşuk pardösüsünün ceplerinde ellerini taşıyarak sokağın yokuşunu inen Genç Adam, mutsuz, hüzünlü ve karamsardı Geleceğini ve geçmişini ince bir sızıyla düşünüyordu Yanlış maceralarla, olmadık yanılsamalarla bunca yıl avutulamamış olan içindeki o sızılı boşluk Boğazın pusu, nemli sokak taşları, onarılmaz sonbahar, uzakta İstanbul sesleri ve hayatları, her şey, her ayrıntı keder veriyordu ona Elleri zaman zaman metalin kara soğuğuna değiyor, ürperiyordu Sırtından, bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme geçiyordu Durağa inmek için yan sokaklardan birini döndü Denize ve durağa inen o uzun sokağa çıktı Karşısında kalın mavi bir çizgi olarak deniz duruyordu Dalgalanarak duruyordu Bütün deniz benzetmeleri tüketilmişti Bunu düşündü Denizi anlatmaya hiçbir şey yetmiyordu artık Deniz için tasarlanmış hiçbir sözcük, hiçbir benzetme, hiçbir imge insanları heyecanlandırmıyordu Yalnızca denizi mi? Hangi coşku, hangi sevda, hangi çağsama sözcüklerden geçerek başka bir yüreğe, başka bir duyarlığa sızabiliyordu artık? Dünyada çok büyük bir yangın çıkmıştı ve bu yangında ilk kurtarılacak olan kendi hayatıydı Ama nasıl olacaktı bu? ya da olası mıydı? Herkes denizlerini tüketmişti Telefonlarım tüket-mişti Hayatımızdaki her şey sürüncemede kalmıştı Bu yüzden hiçbir şey tat vermiyordu Geçmişin olanca görkemi ve sızısıyla birbirine açılan bu sokaklarda yürürken bunları düşünüyordu Bütün takvimleri ve tarihleri birbirine karıştırarak düşünüyordu Bu yüzden olsa gerek her seferinde deniz çıkıyordu aklından, unutuyordu onu, ama bu sokak birdenbire Gemliğe doğru deniz de böyle miydi?
Denizin kıyısında, Sarıyer'e giden otobüslerin durduğu o duraktan binerdi her gün otobüse O durak yaşantısının bir parçasıydı Berberi, eczaneyi, inzibat erini, telefon kulübesini, küçük sahil lokantasını o da biliyordu Hepsinin önünden geçti Tam karşıya geçerken, bir gelin arabası yavaşlayıp durdu Simsiyah, upuzun bir gelin arabası, süssüz, gösterişsiz Tüller içinde bir Gelin, karalar içinde bir Damat (Çelişkinin sosyal apaçıklığı) Ve biri arabayı kullanan olmak üzere iki kişi lokantanın kıyısına demir attılar Tüller içerisindeki geline şöyle bir göz attı Genç Adam; bir siyahlık ve kırmızılık çarptı gözüne O kadar Bütün yüzü o kadardı sanki
Çocukluğu ve bütün aile albümleri uyanmıştı Karşıya geçti, durağa, bineceği otobüsü beklemeye koyuldu Sonra indiler arabadan Gelinliğin eteklerini tuttu Damat Yoldan geçen birkaç kişi durdu, baktı Bu birkaç kişiden biri, bir kızkurusuydu Öyle olmalıydı Önce bir mahalle fotoğrafçısına gideceklerini düşündü Genç Adam Nikahtan ya da düğünden önce çektirecekleri o son resmi düşündü Mesut insanlar Fotoğrafhanesi'ni arıyorlardı belki de Bir balıkla, ya da bir denizle yan yana durmak isteyebilirlerdi bir resimde Oysa lokantaya girdiler
Lokanta, durağın tam karşısına düşüyordu Camın kıyısındaki masaya oturdular Gelin, camın kıyısına oturdu Yüzünü açmıştı İnce bir siyahlık ve kırmızılıktı yüzü (Gözleri, dudakları, hülyası) Yanında Damat, karşılarına da o iki adam İkisi de siyah giysiliydi adamların Asık suratlıydılar Parayla tutulmuş gibiydiler Sevinçsizdiler, her şey gibi Sanki iş konuşmaya gelmişlerdi Bakışları duygusuzdu Kimse kimseye ilişmiyordu Kimsenin yüzü kimseye bir şey anlatmıyordu Duvarlarına atılmış ağların arasına gizlenmiş ölü ışıklarla aydınlatılan, tavanından ölü balıklar sarkan ve cam bir kafese benzeyen ucuz, küçük bir sahil lokantasına yemek yemeğe gelmişlerdi yalnızca Gelinle göz göze geldi Genç Adam
Birkaç kez daha göz göze geldi
Her defasında biraz daha güçlü bir gönül yakınlığı kurdular Sessizliğin dilinde her ikisi de kendi şiirlerini yaşıyorlardı
Birkaç otobüs geçti, binmedi
Balık söylemişlerdi Balıkları gelmişti Balıklarını yiyorlardı Gelinle uzun uzun ve ısrarlı bakışıyorlardı artık Yaralı bir ceylan gibi bakıyordu Gelin Sanki kurtarılmayı bekliyordu Sanki ölümün elinden alınmak istiyordu Ve sanki artık hiçbir şey istemiyordu Dünyadan vazgeçmişti Ve sanki artık Genç Adamı delicesine seviyordu Anlamıştı
Genç adam ise bir vurgunu yaşıyordu Bir karasevdayı, inzibat denize bakıyordu Arada bir eczanenin çıngırağı çalıyordu Berberin koltuğunda hala aynı adam oturuyordu (Berber kendi kendini sonsuza dek traş ediyordu; Ya da bunun böyle olması gerekiyordu) içindeki o sızılı boşluğun taştığını duyumsuyordu Genç Adam O boşluk kendi kendini yok ederek doluyordu Genç Adam mazisini, mazisi de Genç Adamı arıyordu şimdi Yıllardır bu anı beklemişti Sevda, bir cinnet gibi çıkagelmişti
Bu gelini deli gibi seviyordu Bu düşü deli gibi seviyordu
Bütün yaşadıkları bu güne hazırlıktı sanki
Şimdi karşısında sonsuz bir fotoğraf gibi duran bu Gelin için her şeyi yapabilirdi Ondan vazgeçemeyeceğini anlıyordu Umarsızdı Birkaç otobüs daha geçti Gidemedi Geçsindi Otobüslerin gelip geçişini artık Gelin de izlemeye başlamıştı Meraklı gözlerle kolluyordu her geçen otobüsü Kaygıyla bakıyordu onlara Her defasında otobüsün ardında kalan Genç Adamın bu en son gelen otobüse binip gitmiş olabileceğini düşünüyor, derin bir sızıyla sarsılıyordu Lokmaları hızlanıyordu o zaman Oysa az sonra, otobüs hareket edip de, durağın önünü boşalttığında, Genç Adamın gitmeyip orada hala bekliyor olduğunu görünce, delice, coşkun bir sevgi kaplıyordu içini Bir o kadar da sevinç Bu, yüzünden okunuyordu Artık onu kimseye bırakamazdı Bunu anlamıştı
Bir otobüs daha geldi
Ağır ağır geldi Gelinin yüzü bir kez daha bulutlandı Bu kez durakta fazla kaldı otobüs; bir türlü kalkmak bilmiyordu Lokmasını yutamadı Gelin Gözleri durağa asılı kaldı
Az sonra, otobüs durağın önünden ağır ağır kaydı Baktı Gelin, yoktu Durak bostu Gitmişti Yerinden fırladı Bütün masadakiler ona şaşkınlıkla baktılar Kimse ne olup bittiğini anlamamıştı
Oysa Genç Adam durağın az ilerisinde duruyordu
Gitmemişti, yer değiştirmişti yalnızca Sevdasından emin olmak istemişti
Bu düşe inanmak istemişti
Yüzü ışıyordu Onu kimseye bırakamazdı artık; kararını vermişti
Gelin yerine oturdu Yemeklerine devam ettiler
Az sonra çıktılar lokantadan Arabaya yöneldiler Genç Adam yaklaştı onlara; tam arabaya bineceklerdi ki, tuttu kolundan Gelinin:
“Gitme, seni seviyorum,” dedi
“Biliyorum,” dedi Gelin “Ama yapacak bir şey kalmadı artık
“Beni seviyor musun?” diye sordu Genç Adam
“Böyle olacağını biliyordum zaten Evleneceğim gün böyle bir şeyin olacağını”
“Beni sevdiğini olsun söyle,” dedi Genç Adam
“Bunu zaten biliyorsun,” dedi Gelin “Hem zaten bu neyi değiştirir ki?”
“Olsun senden duymak istiyorum Bütün hayatımı bu sözü duymak için yaşadım ben”
“Seni seviyorum,” dedi Gelin “Ama yalnızca seviyorum”
“Artık seni bırakamam”
“Evleniyorum ben Gitmek zorundayım”
“Buna izin veremem”
“Çaresizim inan Ne yapabiliriz ki hem? Elden ne gelir? Her şey için çok geç Ben de ömrüm boyunca seni bekledim Ama geç geldin sen Çok geç”
“Daha önceleri hep başka şeyler oldu, başka şeyler, hep ayağıma takılan bir sürü şey”
“Çok seviyor beni Hiç olmazsa beni çok seven biriyle evlenmek istedim Geç kaldın sen Çok geç geldin”
“Seni seviyorum Seni çok seviyorum Seni kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum Seni uğruna her şeyden vazgeçecek kadar seviyorum Sen gidersen yaşayamam inan Sensiz yaşayamam”
“Onu üzmeye hakkım yok Duygularıyla oynamaya Beni o da çok seviyor Sen yokken o vardı Beni hep sevdi Bana ihtiyacı var Başkasını sevdim diye, ben şimdi sevdim diye, onu bırakamam”
“Ama sonra çok pişman olacaksın Çok pişman olacağız Her ikimiz de Çok mutsuz olacağız”
“Buna mecburuz Görüyorsun ya hayat bizi sevmiyor”
“Ben deliririm sen gidersen Ölürüm Öldürürüm”
“Zamanla unutursun Zaman her şeyi onarır Sen çok güçlü ve çok akıllı bir insansın”
“Güçlü ve akıllı olmak istemiyorum, artık mutlu olmak istiyorum”
“Güçlüsün sen inan, çok güçlüsün Güveniyorum sana Direnirsin zamana ve kazanırsın”
“Yanlış bir zafer olmaz mı bu?”
“Olsun ne çıkar? Hangi zafer doğru kazanılıyor ki sevgilim?”
Adamlar huzursuzlandılar Sabırsızlandılar Genç Adam hala kolunu bırakmıyordu Gelinin
“Niye anlamıyorsun?” dedi Gelin “Aşkımız bir günahtı”
“Son sözün bu mu?”
“Bu,” dedi Gelin “Yazık ki bu”
“Ama hiçbir şey konuşmadık ki, hiçbir şey konuşmadık daha”
“Konuşacak bir şey yok inan Geç kaldın Geç kaldık Hepsi bu Ama düşünsene hiç olmazsa severek ayrılıyoruz Hiç olmazsa bu ayrılığı yaşatacağız kendimizde”
“Adını söyle bana, hiç olmazsa adını söyle”
“Ne önemi var adımın? Zaten şu yaşadığımızın da bir adı yoktu ki sevgilim Yaşandı, güzeldi ve bitti Ayrılık bir sevda kaderidir Bilirsin; öğrenmiş olmalısın Öğretmiş olmalılar”
“Seni bırakmam Bırakamam”
“Sana mutluluklar dilerim, inan böyle ayrılmak istemezdim Ayrılmak istemezdim Elveda Hayatımda ilk kez elveda diyorum”
Gelin, kolunu kurtardı Genç Adamın elinden
“Daha hiçbir şey konuşmadık ki” dedi Genç Adam
Gelin arabaya binmek için eğildi Genç Adam haykırdı ardından:
“Daha hiçbir şey konuşmadık!”
Sonra pardösüsünün cebinden kara bir nagant tabanca çıkardı Tabanca tüller içerisindeydi Geline yöneltti namluyu Gelin, döndü ardına, baktı Ölümcül bir gülümsemeyle baktı Genç Adam anladı ki kurtuluş yoktu; tetiği çekti Gelin kanlar içinde yuvarlandı yere
“Seviyordum,” dedi Genç Adam “Ölesiye seviyordum”
Ellerini cebinden çıkardı, metalin kara soğuğu ürpertmişti, belinden bacaklarının arasına doğru ince bir üşüme yayıldı Durağa geçti Otobüsü beklemeye koyuldu



murathan mungan

2 Haziran 2012 Cumartesi

"ankara iç savaşında üç hainin portresi"


"ne de şiddetlidir nehre kavuşmak

balta girmemiş yangın için
onu karşılaması
karı bekleyen soğumuş toprak gibi
ve iki yoldaş olarak sönerler"

.....


"tanrım!
perdeleri çektim
yani emirlerinizi beklerim"

.....


"sonra
EY UÇURUM
SANA HEP DÜŞMEK İSTİYORUZ diyerek
korkuyu
o tarihsel dindarlığı
değdirdik yüzümüze"

....

"iyi bir kurguya sahipse hayat
şiirseldir ve bitirilir"


ahmethan yılmaz



"cehennemde bir mevsim"



"Şair bütün anlamların uzun süre, sonsuzca ve düşünülmüş bir şekilde düzensizleşmesiyle kendini görünmezi gören , bilinmezi bilen kılar. Aşkın, acının, ıstırabın, çılgınlığın bütün şekillerini yaşayarak; bizzat kendini arar, bütün zehirleri kendinde tüketir, bunu da onların sadece özlerini saklamak için yapar. Kelimelerle anlatılmaz bir işkencedir bu, ki bunda şair daha pek çok şey arasında büyük hasta, büyük cani, büyük lânetli - ve en yüksek Bilgin- olur. Çünkü şair ruhunu işlemiştir, çoktan herkesten daha çok zengindir ! Şair bilinmeze ulaşır ve çılgına dönmüş bir halde, görmeleriyle/vizyonlarıyla sonunda aklını kaybedebilir de, o onları gördü bir kere! Duyulmadık ve adlandırılamaz şeylerle yaptığı sıçramada isterse gebersin: daha başka korkunç işçiler geleceklerdir; ötekinin gücünün tükenip yığılıp kaldığı ufuklardan onlar başlayacaklar bu kez!"


rimbaud

manik depresif