29 Mart 2012 Perşembe

"bensiz gittiğin yerler"

   

                  

ibrahim tenekeci'nin şiirlerinden birinin adı... pek çok şeyin adı bir de. adı bu kadar güzel olan bir şiirin kendisi berbat bile olsa - ki şiir de güzel-  başlık şiiri hayli hayli kurtarır,kurtarmıştır.



   - allah şiir okuyor mu erkan?
   - okuyor ama etkilenmiyor.


   "otur dedim ağaca, yorulmuşsundur.
    çocuklar içindeyim, beni sorarsan."
   
  kurduğun şehrin ahalisi sana isyan etmiş ve yıkmışlar her yeri.


   "uzunları yakmış geliyor kader"


   çocuklara "kaşağı"yı okurken gene gözlerim doluverdi. zaten ilk cümle... evet ilk cümle:


   

"Ahırın avlusunda oynarken aşağıdaki, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik."

 

   
   ağaçlar çiçek açmış...
   


   

"sen hiç üzülme diye söylüyorum bunları"


Babama mektup




Sevgili babacığım,

Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor. Ne yazık ki bu süre içinde ben daha iyi ve akıllı olamadım; bu fırsatı da kullanamadım. Oysa yıllar önce, bazı zamanlar, sen olmasaydın bir çok şey yapabileceğimi düşünürdüm. Şimdi artık suçun kendimde olduğunu görmek zorundayım.

Sana bazı şeyleri anlatamadım. Bir iki yıl daha yaşasaydın ya da dünyaya dönseydin – kısa bir süre için- her şey başka türlü olurdu sanki. Çaresizlik yüzünden bir çok şeyin anlamı kayboluyor. Sen olmadıktan sonra sana yazılan mektup ne işe yarar? Fakat ben artık bir meslek adamı oldum babacığım. Yakın çevremde seninle ilgili bir hatıramı anlattığım zaman, “Ne güzel” diyorlar, “Bunu bir yerde kullansana.” Onun için, çok özür dilerim babacığım, seni de bir yerde, mesela bu mektupta kullanmak zorundayım. Geçen zaman ancak böyle değerleniyormuş; insanın geçmiş yaşantısı ancak böylece anlam kazanıyormuş. Ben, seninle ilgili olayları anlatırken aslında senin nasıl bir insan olduğunu belli etmemeye çalışıyorum; aklımca asıl babamı kendime saklıyorum. Sonra da seni anlamadıkları zaman onlara kızıyorum. Bana kızınca –bu çok sık olurdu- “Senin aynadan gördüğünü ben ‘dıvardan’ görürüm,” derdin. Annemle birlikte ‘dıvar’ sözünle alay ederdik. Ben de şimdi küçüklerime karşı –artık benden küçük olanlar da var babacığım- bu cümleni kullanıyorum, gülüyorlar. Bu sözü kullanırken aslında amacımın ne olduğunu sezmiyorlar tabii. Seni gülünç duruma düşürmek istediğimi sanıyorlar. Herhalde, ben tam belirtemiyorum ne demek istediğimi. Gülümsemenin içindeki sevgiyi demek ki anlatamıyorum. Şimdiki gençler başka türlü babacığım; her sözden tek anlam çıkarıyorlar. Ben de o zaman çileden çıkıyorum gerçekten: asıl amacımı unutup seni onlara beğendirmeğe çalışıyorum. Aslında bu çabanın anlamsızlığını sezmiyor değilim. Ülkenin en zengin adamı senin paltonu tutarken ya da, “Rica ederim Cemil Bey, müsaade buyurun.” Diyerek ‘bizzat kendisi paltoyu giydirmekte ısrar ederken’ senin gibi hissedemedikten sonra, insan o paltonun içinde kendisi varmış gibi gururlanmadıktan sonra, seni beğenmeleri hatta anlamaları neye yarar? Ya da meclise ilk girdiğin sıralarda, başkandan birkaç gün için izin istemeye gittiğin zaman, “Cemil Bey siz galiba yenisiniz.” Diyen başkanın karşısında senin gibi utanmadıktan sonra insanın böyle küçük ayrıntıları öğrenmesinin ne anlamı var? “İstediğiniz zaman izin yapabilirsiniz Cemil Bey, bana gelmenize lüzum yok,” sözünü duyunca kim senin gibi ferahlayabilir?

Bunlar bildiğin şeyler babacığım; sana biraz da bilmediklerini anlatayım: mesela, cenaze törenin nasıl oldu? Cenaze namazın nasıl kılındı? Genellikle bir aksilik olmadı babacığım. Ben ağladım. Okulda o günlerde ‘hatırı sayılır’ bir durumda olduğum için oradan bir otobüsle bir miktar öğretim üyesi ve bir çelenk gönderildi. Hayatın boyunca hiç görmediğin bazı kimseler ellerini önlerine kavuşturarak ve başlarını eğerek ölümün anlaşılmaz gerçeği üzerinde düşünüyormuş gibi yaptılar mezarının başında. Tabut çukura konulduktan sonra üstüne büyük beton bloklar yerleştirildi. (Bu teknik geleneği sevmiyorum babacığım; aşılmaz engellere karşıyım.) Seni, annemin yattığı mezarlığa gömmedik. Bazı yakınlarım öyle uygun gördüler. İnsanlar arasında, onlar öldükten sonra bile anlaşmazlıkların sürüp gitmesini istiyorlar. Benim üzüntümden yararlanarak seni mezarda annemden ayıran yakınım, aslında öteki dünyaya filan hiç inanmaz. Oysa bana, “Annen böyle isterdi,” dedi. Sen bu adamı sevmezdin ve nedense ona yakınlık gösterdin. Buy nedenle hiç hakkı olmadığı halde sana ‘babacığım’ derdi. Artık ben akraba olmayanların birbirlerine ‘anneciğim, teyzeciğim, oğlum, kardeşim’ diye seslenmelerine bütünüyle karşıyım babacığım. Artık gerçek bir akrabam kalmadığı için, bütün bu soğukluklara karşıyım. Herkes birbirine adıyla hitap etsin. Mantığı seven bir insan olarak senin de bu düşünceye karşı pek bir diyeceğin yoktur sanıyorum.

Sen öldüğünden beri gittikçe daha ‘muhafazakar’ oluyorum babacığım. Mesela, Allah kimseyi genç yaşta anasız, babasız bırakmasın filan diyorum. Sana oranla daha ‘münevver bir zat’ sayıldığım ya da kendimi öyle sandığım için, bu yargıya bir ‘filan’ sözünü eklemeyi de ihmal etmiyorum. Aramızda ‘irfan’ bakımından –görünüşte- bir fark olduğu doğrudur. Sen böyle görünüm inceliklerini akıl edemeyecek kadar saf olduğun, yani benim gibi ‘zıt kuvvetlerin muhasalası’ olmadığın için belki de bu yazdıklarımı biraz karışık buluyorsun. Aslında karışıklık içimdedir ve bu mektubu yazma isteğim, karışık ruhumun kapıldığı samimiyet buhranlarından biridir. Bu buhran, genellikle senin ölümünden sonra içimde daha kuvvetle hissettiğim Cemil Beyi yaşatma çabasıyla ilgilidir. İçimde benden ayrı olduğunu sandığım bir de Cemil Beyin bulunmasına sen ‘tezyid-i şahsiyet’ mi yoksa ‘taksim-i şahsiyet’ mi dersin pek bilemiyorum.

Benzer taraflarımız olduğu bir gerçektir. Sen üstüne başına dikkat etmezdin; bense ne kendime bakıyorum nede arabama. Uzun yıllarını geçirdiğin büyük şehrin sokaklarında ikimiz de kir içinde dolaşıp duruyoruz. (Annem duymasın.) Bazen arabayı bir ara sokakta durdurarak küçük ve karanlık meyhanenin birine giriyorum. Senin deyiminle ‘tedrici intihar’. Bununla birlikte, bazı yazı denemeleri –bu mektup gibi- yaptığım için, arkadaşlar arasında –bu içki ve perişanlık gibi bütün tutarsızlıklarıma rağmen- oldukça ilgiyle karşılandığım söylenebilir. Sağ olsaydın yazdıklarımdan bir satır anlamamakla birlikte gene de benimle öğünürdün sanıyorum. Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik. Aslında yazdıklarım senin deyiminle ‘uydurma’ şeylerdi; annemin seyrederken ağladığı filmler ya da okurken duygulandığı romanlar gibi ‘hepsi uydurma’. Sana yazdığım bu satırların da bir kısmı ‘uydurma’ olabilir; sana açıklamakta zorluk çekeceğim bazı nedenlerle senin anladığın biçimde bir gerçeklikten uzaklaşmak zorundayım. Ayrıca gerçek ya da uydurma olan bu satırları benim hissettiğim şekilde anladığından da şüphedeyim, hatta anlayıp anlamadığını da bilemiyorum.

İşte böyle babacığım, bazen de gerçeklik buhranlarına kapılıyorum. Bu yüzden sana gerçeklerden, senin de karşı çıkmayacağın gerçeklerden söz etmek istiyorum. Bugünlerde özellikle ansiklopedik gerçeklerin çok tutulması ve ilgi duyduğum, sevdiğim kimselerin gittikçe unutulması yüzünden, baştan aşağı gerçeklerle dolu ve birçoklarına göre önemsiz sayılacak hayat hikayelerinden meydana gelen bir ansiklopedi yazmak istiyorum. Buna benzer denemelerim oldu. Ama onlarda senin deyiminle gerçekten ‘uydurma’ şeylerdi. Bu nedenle babacığım, herkese açıkça ilan ediyorum: 1892 de doğdun. Ülkemizin ortalama ömür sınırını çok aştın. Duyduğuma göre İsveç ortalamasını filan bulmuşsun. Köyde, kasabada, taşrada yetiştin. Olgunluk çağı denen döneminde, ülkeyi yönetenler daha kalabalıkmış gibi görünsün diye, taşradan getirilerek onların arasında yer aldın. ‘Fırka katib-i umumiyesi’nin ya da daha başka ‘ekabir’in gözüne girmek için kürsülerde bağırmak gibi bir münasebetsizliği beceremediğinden, bugün benim özel ansiklopedimin dışında yer alacağını hiç sanmıyorum. Sessiz faziletlerin heykeli dikilmiyor ya da onun gibi bir şey. Büyük şehirde, ülkeyi yönetenlerin toplandığı salonda neden bulunduğunu hiç düşünmedin. Ayrıca insanın evrendeki yeri konusunda da düşüncelere daldığını sanmıyorum. Fakat –bu söylediğim gerçekten gerçek babacığım- ben bütün bunları düşündüğüm halde yerimi bulamadım. Beni daha iyi yetiştirseydin, mesela ne bileyim yabancı ülkelere filan gönderseydin, bugünkünden daha esaslı olmasam da, kendimi ifade ve eşya ile münasebetimi tayin ve kainattaki yerimi tespit gibi hususlarda daha becerikli olurdum. Sen her zaman tutarlıydın; olduğun gibi olmaktan gurur duyuyordun; olduğun gibi davranıyordun. Bense küçük hırslar yüzünden bocalıyorum; senin deyiminle ‘iki cami arasında beynamaz’ ya da senden önce senin gibi rahmetli, olan Numan Beyin deyimiyle ‘güreş, güreş, Hacı Muhammed altta’ bir durumdayım. ‘Tedrici inhitat’ oluyorum senin anlayacağın. Görüyorsun senin hayat hikayeni bahane ederek gene kendimden bahsediyorum. Senin asaletini tevarüs etmediğim için her fırsatta kendimi ileri sürmek gibi bir zillete tenezzül ediyorum. Neyse, sana dönelim babacığım. Hiçbir savaşa katılmadın ve kelimenin bilinen anlamıyla hiçbir kahramanlık göstermedin. Bu nedenle madalya filan gibi manevi ödüllerden yararlanmadığın gibi han-hamam-çiftlik gibi maddi ödüllerin üstüne de oturmadın. Siyasetin içinde yaşadığın halde siyaseti bilmediğin için barış döneminde de başarılı olamadın. Bu bakımdan sana yöneltebileceğim en kuvvetli tenkit şudur; kendini sunmasını hiç beceremedin babacığım. Hemşerilerinin büyük şehirde kaldıkları hanları ziyaret ederek onlara kartvizitlerini dağıtmadın, dairelerde seçmenlerinin işlerini takip etmedin. Bütün yaptığın, seçim bölgene gittiğin zaman eğer ramazansa sokakta sigara içmemekten ibaret kalmıştır. Kendini çok beğendiğin halde kusurlarını bilmediğin gibi, meziyetlerinin de farkına varmadın. Genellikle sert, duygusuz ve bencil göründün. Bu özelliklerinde huysuz bir çocuğa benziyordun. Çocuk diyorum, çünkü kötü huylarından bir ‘menfaat temini cihetine’ gitmedin. Bana sorarsan, hemen bütün konularda çocukça yani samimi fikirler ileri sürdün; bununla birlikte bu davranışlarının ev içinde ‘menfi neticeler tevlid ettiği’ oldu. Ben bu sonuçlardan çok yakındım ve ‘asi evlad durumuna müncer oldum’. Birlikte yaşadığımız günlerde, bütün beğenilerim sana karşı duyduğum tepkilerle oluştu. Sen klasik Türk müziğini ‘goygoyculuk’ olarak niteledin; batı müziğine tepkini de sadece, ‘kapat şunu’ biçiminde gösterdiğin için ben, her ikisini de sevmeyi görev saydım kendime. Kültür hakkında öteki yargıları da pek iç açıcı değildi. Özetle, çevrendeki her şeyi kesin çizgilerle ikiye ayırdın. (Bu bakımdan da sana benzediğimi itiraf etmeliyim.) Dünyada yalnız güzellerle çirkinler vardı, bir insan ya akıllıydı ya da aptal, senin gibi başını dik tutmasını bilemeyen bütün insanlar dalkavuktu; sana benzemeyen kibar davranışlı insanları da züppelikle suçlardın. Biz –annemle ben- sana itiraz ederdik; fakat ben farkına varmadan senin orta yola fırsat vermeyen bu acımasız sınıflamalarını benimsemişim babacığım. Üstelik –en kötüsü de bu galiba benim için- böyle olduğumdan gizlice memnunluk duyar gibiyim ki, işte asıl buna dayanamıyorum; çünkü ben babacığım, biraz da duygularımın ‘romantik’ bölümünü, sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim. Özellikle bazı kitapları okuduktan sonra, içimdeki bu aşağılık çelişkilerin daha da farkına vararak, senin hiç anlamayacağın bir biçimde sabit gözlerle boşluğa bakıp duruyorum. Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın. Sinemaya gitmedin. Hiç roman okumadın. Zeytinyağlı enginar yemedin. Yabancı ülke özlemi çekmedin. Kimseye hediye almadın. Evde kuşkonmazdan başka bitki yetiştirmedin. Yalnız halk türkülerini sevdin. Basit beğenilerinin yanında beni şaşırtan duyarlıkların vardı. Bir örnek vermek gerekirse

        Çalkan Karadeniz çalkan
        Gemiler açıyor yelken

gibi beni çok duygulandıran bir masal türküsünün yanısıra

       Yekte yavrum yekte
        Pastırmalar yükte

türküsünü de aynı keyifle söyledin ve dinledin. Ben sonradan edindiğim bir duyarlıkla, ikincisini sanki alaya alıyormuşum gibi değerlendirerek işin içinden çıkmayı denedim: şu ‘filan’ sözünü, basit duygululuklarımı gizlemek için kullandığım gibi filan.

*

Şimdi artık öldün babacığım. Sınırlarını kesin olarak belirlediğin bir dünyada, bana sorarsan, belirsiz bir biçimde yaşadın ve öldün. Seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu nedenle kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum. Sabit nazarlarla boşluğa baktığım zamanların çoğunda temeldeki benzerliğimizi gizlemek için ümitsiz süslemelerle kendimi yoruyormuşum gibi geliyor bana. senin anlayacağın babacığım, züppe olarak nitelediğin insanların, iç sahteliklerini örtmek amacıyla giriştikleri kibarlık çalışmaları içindeyim sanki. Senin gibi tutarlı olmadığım için çoğu zaman kuşkulara kapılıyorum ve ütüsüz pantolonlarla lekeli gömleklere kısa bir süre için son veriyorum.

Bugün, genellikle seni benden başka hatırlayan yok babacığım. Öldüğün için durumu bilmiyorsun; ama, sana açıkça belirtmek zorundayım ki, çevrendeki kuru kalabalığın büyük bir kısmı daha şimdiden tarihe geçmiş vaziyette babacığım. Okuma kitaplarında senin gibilerin davranışları örnek gösterilmekle birlikte onların adları ve ikimizin de çok iyi bildiği küçük ve karanlık yaşantıları yer alıyor. Sen artık öldüğün için senin adına uydurma nutuklar, düzme makaleler, hayal ürünü tartışmalar icat etmek ve seni onların çok üstünde dalgalandırmak istiyorum. Çünkü hepinizi tanıyan –gerçekten tanıyan- on kişiden dokuzunun, bir seçim yapmak gerekirse, oylarını sana vereceğini ismim gibi biliyorum. Göreceksin babacığım, şu tek başıma yazacağım ansiklopediye bir başlayabilsem her şey düzelecek. Kimsenin doğru dürüst bir şey bilmediği bu ülkede şundan bundan –yani yabancı yazarlardan- makaslama metoduyla birkaç eser veremez miydin yani? Tercümeleri ben yapardım. Annem de sana okurdu. (Hiç olmazsa şunu kabul etmelisin ki babacığım, çoğu zaman sadece annemin okuduklarını anlardın. Senin dilini, görünüşteki bütün karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem bilirdi.)

Aramızda hiçbir zaman, alışılmış baba-oğul ilişkisi olmadı. Ne ben, bütün meraklı çocuklar gibi durmadan her şeyi sana sordum; ne de sen oturup bazı şeyleri bana açıklamak gereğini duydun. Bu yüzden, bir çok olayın nedenini zamanında öğrenemediğim için, dünyanın birçok yönünü hiç bilemedim. Bazı olayların nedenini de çok sonraları öğrenebildim. Mesela yemekten kalkınca herkesten önce ellerini yıkamak isterdin; banyoda, “Ben sigara içeceğim,” diyerek beni iterdin. Ben de senin gibi sigara içmeye başlayıncaya kadar, bu davranışın bana hep esrarlı göründü. Sonra karşılıklı sigara içmeye başladık. Sonra günün birinde karşısında, ‘bacak bacak üstüne atıp sigara içen’ oğlunu azarladın. Davranışlarında genellikle hep böyle geç kalırdın. Karımdan ayrılıp sana sığındığım zaman da, “Geceleri eve geç geliyorsun,” gibi, yıllarca önce söylenmiş olması gereken sözlerle beni tedirgin ederdin. Oysa babacığım ben evlenmiştim, ayrılmıştım, çocuğum bile vardı; yani bir bakıma senin durumundaydım. Sen de yıllarca önce bazı işlerini bahane ederek büyük şehire gidip bizi günlerce yalnız bırakmaz mıydın? Ben de işte öyle olmuştum babacığım: ‘İstediğim gibi yaşamak’ diyebileceğimiz bir işim çıktığı için evden, kendi evimden ayrılmıştım.

Ben sonra eve döneceğim babacığım. Bazı durumlarda sana oranla biraz aşırı davrandım. Belki de kendime bu dünyada bir yer yapabilmek için, birçok düşüncemi ‘kuvveden fiile’ çıkarmaya çalışıyorum. Aslında sen böyle bir şeyi hiç düşünmedin; bununla birlikte, yeryüzünde senin kadar yer yaptığım da söylenemez. Bu yüzden sinirli, sabırsız ve hırçın oldum. Biliyorsun, seninle de çok çatışırdım, kapıları filan vurup giderdim. Bana hep haksızlık yaptığın duygusu vardı içimde: bence her zaman bana haksız yere söylenirdin; çalışkan bir öğrenci olduğum halde “Bu çocuk kitap yüzü açmıyor,” diye homurdanırdın, üstüme uymayan kötü dikilmiş elbiseler giydirirdin, istemediğim okullara gönderirdin beni, sızlanmalarımı da hiç dinlemezdin. Bugün, belki de sen artık öldüğün için, bana bir zamanlar haksızlık ettiğini düşünemiyorsam da, bana haksızlık edildiği düşüncesi içimde öylesine gelişti ki artık bütün dünyayı suçluyorum bu bakımdan,. Bu bakımdan da istemediğim bir yerlere vardım, artık bütün dünyanın suratına çarpıp duruyorum kapıları.

Senin ‘egoist’ olduğunu söylerlerdi; benim için de şimdi buna benzer sözler ediyorlar. Annem öldükten sonra bir süre sen de yalnız kalmıştın ya, bu yüzden yalnızlığı bilirsin sanıyorum. Ben de yalnızlığımda sana benzedim babacığım: kendime yemekler pişiriyorum; senin kirli ropdöşambrına benzeyen bir şeyler giyip, bir karış sakalla evin içinde huzursuz dolaşıp duruyorum, yanık kalmış elektrikleri söndürüyorum, durmadan para hesabı yapıyorum, kendimi biraz iyi hissettiğim günlerde çarşı Pazar dolaşarak her malın iyisini almaya çalışıyorum. Gittikçe sana benziyorum babacığım: kimseleri beğenmez oldum. Aynaya pek bakmıyorum ama sevmediğim şeylerden söz ettikleri zaman suratımı senin gibi buruşturduğumu hissediyorum. Birilerine oturmaya gittiğim zaman yemeğe kalmam için ısrar edilmeyince senin gibi, belki de senden çok şiddetli bir biçimde içerliyorum herkese; yalnız, senin yaptığın gibi, kötü yemekleri açıkça beğenmezlik edemiyorum. İstiyorum ki babacığım artık herkes öğrensin hiçbir şeyi beğenmediğimi. Senin başına gelenleri düşündükçe hiçbir duygunun içimde kalmasına, hiçbir öfkenin sadece içimde büyümesine razı olamıyorum artık. Senin gibi ben de artık aklıma geleni hemen herkesin yüzüne haykırıyorum. Eski pısırık oğlunun bu durumunu görseydin gurur duyardın diyemiyorum; çünkü, sözlerime ‘muhatap’ olanların tepkisine bakılırsa pek övünülecek durumda değilim galiba babacığım. Genellikle belirsiz bir isyan halindeyim. Derler ki sen de çocukluğunda eve dönünce anneni bulamazsan hemen sokağa fırlar ve onun misafirliğe gittiği evin camını taşlarmışsın. Ben senin gibi köyde değil şehirde, evde değil apartmanda büyüdüğüm için, çocukluğumu bir bakıma yaşayamadığım için, bu konuda biraz gecikmiş de olsam yalnız bırakıldığımı hissettiğim zaman kendi çapımda mesele çıkarıyorum, herkesin burnundan getirdiğimi sanıyorum.

Oysa şimdi seni düşündüğüm zaman babacığım, durmadan gülümsüyorum. Seni sen olarak yaşamak istiyorum. İstiyorum ki evde annem gibi biri olsun ve ben de mutfağa giderek. “Burada gene bir şeyler kaynıyor Muazzez,” diye içeri seslenebileyim ve bana “Kaynadığını görüyorsan altını kıs Cemil Bey,” denilsin ve ben de hiçbir şey yapmadan mutfaktan çıkayım. Belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bile bilmiyorum; daha doğrusu bugün, senin bilmediğin bazı şeylerin varlığından haberim olduğu için, bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. Acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yanyana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. Acaba bütün bunları sana şimdi anlatsaydım nasıl karşılardın, yazdıklarımı okusaydın ne düşünürdün? Hepsini ‘deli saçması’ mı bulurdun? Sizin zamanınızda herhalde böyle zorluklar yoktu babacığım; yemek ve bilmece çözmek ve benim zorumla radyo radyodan dinlediğin alafranga müzik ve sineklerin camı kirletmesi ve gazetede sağlıkla ilgili makale hakkındaki düşüncelerin ve aylık bütçe hesapların ve yarın pişirilecek aşureye neler katılması gerektiği ve benzeri ve ilgisiz bütün düşüncelerinin ‘bilinç akımı’ denilen karmaşık bir düzende yer aldığını bilseydin sanırım yemekten sonra o yüksek koltuğunda rahatça uyuklayamazdın. Maddenin temel yapısında düzelmesi mümkün olmayan bozuklukların başladığını ya da bazı tabiat kanunlarının artık eskisi gibi aynen tekrarlanmadığını duysaydın acaba endişelenir miydin? Aslında ‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (Mesela, egoist olduğun halde, sen de ‘ego’nun farkında değildin.) bir yerde okumuş olsaydın da bana “Oğlum sende Oedipus kompleksi var mı?” diye sorsaydın ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum. Hani ben sana kızınca ya da belirsiz nedenlerle içimde tanımlayamadığım sıkıntılar duyunca gidip sabahlara kadar içerdim ya, şimdi öyle yapmıyorlar babacığım. Bu senin duymadığın bilinçaltıyla ilgili doktorlara gidiyorlar. Bense aslında sana benziyorum babacığım; artık içki de iyi gelmediği için böyle durumlarda koltuklara baykuş gibi tünüyorum.

Demek ki senin köylü tabiatın bana miras kalmış babacığım: medeniyeti sevmiyorum. Bugünlere yetişebilseydin, sen de benim gibi televizyondan nefret ederdin sanıyorum. Ben, senin çıktığın köye dönmek istiyorum; yani, sonradan görme deniz özlemcileri gibi kıyıda balıkçılarla filan sohbet etmek istemiyorum. Balığa çıkmak bize göre değil babacığım. Ben senin uçsuz bucaksız tarlalar arasındaki küçük köyüne yakın bir yerde (çevrede belki de bir iki ağaç olabilir) ahşap kirişli kerpiç bir evde yaşamak istiyorum. Evin resmini de tanıdık yaşlı bir mimara çizdirdim. (Gençlere güvenim artık kalmadı babacığım.) Sana anlatması biraz zor ama, oraya gidişim bana haksızlık eden dünyaya karşı bir baş kaldırma hareketi olacak diyebilirim; yani ben orada bulunmakla onlara, “İşte bütün ‘terakkinizi’ gördüm ve ‘aslıma rücu ediyorum’ (yani Cemil Beye dönüyorum”, diyeceğim ve onlar da bunu anlamayacak. Sen bunu Ziya Paşanın ya da Mehmet Akif’in tepkilerine benzetebilirsin. Annem duysaydı çok ağlardı. Sen nasıl karşılardın bilmiyorum, herhalde bunu da sana karşı bir hareketim olarak ‘tavsif’ etmezdin. Gene de, beni bu duruma kitapların getirdiğini söylerdin. Lukianos’u okuduğum zaman da bir gün kitabı karıştırmış ve içinde tanrılarla alay eden bölümü görünce, “Bu oğlan onun için Allaha inanmıyor, bana karşı geliyor,” diye pek gerçekçi sayamadığım bir yorumda bulunmuştun. Sen de Allaha –bunu hiçbir zaman kabul etmediğin halde son yıllarında inanmıştın babacığım. Son yıllarında Cuma günleri ortadan kaybolup camiye gitmeğe başlamıştın. Acaba daha önce, mesela gençliğinde, buna benzer bir ‘iman buhranı’ geçirmiş miydin? Neyse, son yıllarında böyle bir değişikliğe uğradığını da kabul etmedin. Her zaman ‘namazında niyazında’ olduğunu ileri sürerek beni çileden çıkardın. Benim bu dağa çekilme meselesini de belki eski inançsız yaşantıma bir tepki olarak ‘telakki ettiğim’ için, senin çocukluğuna sığınıyorum babacığım. Hareketimin, annemde beğenmediğin biçimde bir duyarlık ilgisi yok. Yani artık haddimi biliyorum, önünde ‘hayat’ denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Buna ‘şimdilerde’ kaçış diyorlar babacığım; bir takım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden burjuva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şehirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydınlar böyle yapıyormuş. Sen böyle söyleyenlere bakma babacığım. Oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. Sen de aslında annem gibi benim hiçbir zaman kötü bir şey yapmayacağıma inanırsın değil mi? Hani bir zamanlar bazı kitaplar okuyordum da eve bazı asık suratlı adamları çağırıp onlarla bağırarak tartışıyordum; o zamanlar annem, başıma bir şeyler geleceğinden endişelenmekle birlikte, gene de bu konuda kendisini uyaran ahbaplarına karşı beni savunuyordu. Şimdi beni savunan kalmadı babacığım; çünkü ikiniz de öldünüz. İşte ben de yalnızsam, yalnızlığımı bilmek için çoğu zaman –sabit nazarlarla boşluğa baktığım zaman- bu kerpiç evi gittikçe daha ciddi bir biçimde düşünüyorum. Ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?

Mektubuma burada son verirken hürmetle ellerinden öperim.

                                                                                Oğlun


28 Mart 2012 Çarşamba

"bu böyledir"





“ size verilen her şey, düşük, değersiz hayatın geçimlikleridir.”

“ rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? onların o düşük ve değersiz hayattaki geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık.”

“ şu kimseye bir baksana: ilahını arzusu edinmiş. Allah da onu bir ilimle saptırmış, sonra da kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözüne de bir perde çekmiş. böyle birini Allah’tan başka kim doğru yola ulaştırabilir? hala düşünmez misiniz?”

“ onlar, yalnızca zannederler.”

“ o, imanları üzerine iman arttırsınlar diye müminlerin kalplerine huzur ve rahatlığı indirendir. bütün göklerin ve yerlerin orduları elbette Allah’ındır. Allah, her şeyi bilen, yaptığını sağlam yapan ve yaptığında bir hikmet bulunandır.”

“ evet, insana nimet verdiğimiz zaman, yan çizer, canının istediği yana gider. kendisine kötülük dokunuverdi mi, hemen derin dualara dalar.”

".... bir gönlün içine dalar gibi..."



 "Ezan saatinin karanlıkları başlar ve Nizam cihetinin İstanbul üstündeki ufukları kan ve mercan kızıllıklarıyla tutuşur yanarken, çiçeklerin daha susmamış kokuları, insanları uzak ve güzel gösteren akşam renkleri, sükutun ve karanlığın tadları gönlümüze dolardı. Bu loş saatlerde biz köşkün önüne dönmüş olurduk. Ve lambaları lezzetli çiçekler gibi açılmış köşke bir gönlün içine dalar gibi girerdik." Abdülhak Şinasi Hisar

26 Mart 2012 Pazartesi

ZAMANIMIZIN BİR KAHRAMANI



Ekranda kelimeler beliriyor
Bu sensin
Başka türlü görünmeyen alınyazın senin
Büyük bir şiirin içinden konuşuyor gibisin
İnsanları sevememeyi öğrenmişsin
Sıkıntının inceliğisin

Senin saçların kimsenin bilmediği taraçalarda taranır
Eğik bir kule gibi karşısındasın şehrin
Güneşinin indiği pamuk tarlalarında
Evlerin okunaksız arka odalarında
Masal biriktiren göl kıyılarında
Gri bir haber gibi kendi dağlarında
Seni sana anlatan hatıraların olur
Düğümünü süsleyen iplersin

Tanrının dizinin dibinden ayrılmayansın
Kelimelerimizi boşa çıkaran
Bütün ölü kuşların bakıcısı
Gece önce sana iner
Ellerinden dağılır zarif kızlara
Kitaplardan yükselen toz gibi
Minyatür sevgileri örtensin



 Dergah - Mart 2012

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince / Günler şu heyulâyı da er geç silecektir / Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma / Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir…” akif

"böylece bir kere daha boynunlayız......"

23 Mart 2012 Cuma

Eleni Karaindrou - Ulysses' Gaze - Woman's Theme - Ulysses' Theme - Lento - Largo - Dance.

Lsd 25



Milyon kere milyon gözlü bir canavardır o. 
Tüm fiilleri ve kendi kendi içinde gizlenmiştir o. 
Elektrikli yazı makinalarında mırıldanır 
Kendine bağlı bir elektrik gücüdür o, kendi telleri 
Olduğu zaman 
Geniş bir örümcek ağıdır 
Ve ben örümcek ağının son milyonuncu sonsuz uzantısı 
üstünde bir tasalı kişi 
Yitik, ayrık, bir solucan düşünce, bir kendi kendisi 
Çin'in milyonlarca iskeletinden biri 
Özel yanlışlıklardan biri 
Ben allen ginsberg bir ayrık bilinç 
Tanrı olmak isteyen ben 
Sonsuz Uyum'um en küçük titreşimini duymak isteyen ben 
Titreyerek ateşteki uçucu müzik tarafından yokedilmesini bekleyen ben 
Tanrı'dan tiksinen ve ona bir ad veren ben 
Sonsuzluk yazı makinasından yanlışlar yapan ben 
Ben, mahvolmuş ben 
Ama evrenin öbür ucundan milyon gözlü adsız bir örümcek 
Sonu olmayan bir ağ örüyor kendinden 
Canavar olmayan canavar elmalarla, kokularla, 
Demir yollarıyla, televizyonlar, kafataslarıyla yaklaşıyor 
Bir evren ki kendi kendini yiyor, bir evren ki kendi kendini içiyor. 
Kafatasının kanı 
Göğsü kıllı tibetli yaratık ve karnının üstündeki Zodyak 
Eğlenmesini bilmeyen bu adaklık kurban 
Aynadaki yüzüm, ipek saçlar, gözlerimin altında çizgiler halinde 
Birikmiş kan, emici, bir kokuşuk, bir kokuşkan uçarılık 
Bir hırıltı, bir zırıltı, sonsuzluk içinde bir bilinti ki 
Tüm Evrenlerin gözünde bir sürüngen 
Varlığımdan kurtulmaya çalışarak, Göz'e girmeyi beceremeden 
Kusuyorum, trans halindeyim, gövdem çırpınıyor, miğdem 
Buruluyor ağzımdan sular geliyor, burda Cehennem'deyim 
Örümcek ağları üstündeki çıplak yaşamsız mumyaların sayısız 
Kurumuş kemikleri, Hayaletler, bir Hayaletim ben 
Müzikte bağırıyorum durumumu, odaya, yakınımda kim varsa ona, 
Bağırıyorum, siz, Tanrı mısınız siz? 
Hayır, Tanrı olma mı istersiniz? 
Cevap yok mu? 
Her zaman bir Cevabın olması mı gerek? Cevap verin, 
Sanki benim elimde Evet ya da Hayır demek 
Tanrıya şükürler tanrı değilim! Tanrı'ya şükürler Tanrı değilim! 
Ama girebilmek için Birlik'in Evet'ini özlüyorum 
Dalabilmek için evrenin her köşesine, hangi koşullar altında olursa olsun 
Bir Evet, var... bir Evet varım, yaşıyorum... bir evet siz 
Varsınız yaşıyorsunuz.... bir Biz 
Bir biz 
Ve bir Şu olmalı, ve bir Onlar, ve bir Cevapsız Şey 
Borulardır o, 
Multiple Scelorosis'dir o, 
Umudum değildir o 
Sonsuzluktaki ölüm değildir 
Sözüme dikkat 
Bir Hayalet Tuzağı, Sıkkım ya da Tibet'te bir rahibin dokuduğu 
renk renk binlerce ipliğin bir birleşik biçimi 
Örülmüş, gerilmiş, ruhsal bir tenis raketi 
Bakınca, uçucu ışık dalgalarının yayıldığını görüyorum 
Milyarlarca yıl gibi teller üstünden akıyor parlak enerji 
Tellerin kumaşı tılsımla değiştiriyor renklerini 
biri öbürüne Doğru tıpkı, sanki 
Hayalet Tuzağı 
Evren'in küçük bir örneğiymiş gibi 
Bilinç birbirine bağlayan makinanın algılayan parçası 
Dışarda, Zaman içinde Gören'e doğru dalgalarını salıyor 
Kendi görünümünü küçük bir örnekte sunuyor 
bir kez - ama her zaman için 
Dikkatlice yenileyerek aşağı doğru sonsuz değişiklerle 
Ve bu her parçada aynı her yerde aynı 
Gerçek Başlangıç'tan bu yana uzayın derinliklerinde kendi kendini 
Çoğaltan bu enerji - ya da görünüm 
Bir 'O' ya da bir 'Aum' olabilir 
Kendi öz Görünümü'nün modeli üstünde kendi kendini kuşatmış 
bu bir tek Sözcük'ün çeşitlemelerini çekerek 
En uzak Nebula ve en geniş Astrolojilerin dalgalarında dışa 
doğru dönüyor 
Yüklü, kendi kendine sadık kalması için, bir Fil derisi üstüne 
Çizili Mandala'da 
Ya da gülümseyen bir düşsel Fil'in böğründeki resmin fotoğrafında 
Fil'in görünüşü her ne kadar yersiz bir şakaysa da- 
Bir Ateş Şeytanınca tutulmuş bir İşaret olabilir bu. 
ya da bir geçicililik canavarı 
Ya da boşluktaki karnımın fotoğrafında 
Ya gözümde 
Ya da haç çıkaran rahibin gözünde 
Ya da kendisine kendi gözünde bakan ve ölen 
Ve gerçi bir göz ölse de 
Ve gerçi benim gözüm 
ölse de 
Milyon gözlü canavar, Adsız, Cevapsız, Benden-saklanan, 
sonsuz varlık 
Kendi kendisini doğuran Yaratık 
En küçük bir davranışıyla titreten, bütün gözleri aynı anda ayrı ayrı yerlere 
bakan 
Tek ve Tek-Olmayan kendi yönünde kıpırdanan 
Daha sonrasını bilemem 
Ve ben bu canavarın betimlemesini yaptım 
Ve bir gün bir başkasını göstereceğim 
Bir Cryptozoid duyganlığı bu 
Sürünüyor ve dalgalanıyor denizin dibinde 
Kenti teslim almaya geliyor 
Her bilinci yok ediyor 
Evren kadar ince, karışık 
Kusturuyor beni 
Çünkü göze görünmesini kaçıracağımdan korkuyorum 
Nasıl olsa beliriyor 
Nasıl olsa beliriyor aynada 
Deniz gibi aynadan da yıkanıp geçiyor 
Sonsuz dalgalanmalar bu 
Aynayı temizleyince çekiliyor ve Bakan'ı boğuyor. 
Yeryüzünü boğuyor yeryüzünü boğduğunda da 
Kendi kendi içinde boğuluyor 
Müzikle dolu bir ceset gibi açıklara doğru yüzüyor 
Kafasında bir çocuk gülüşü 
Karanlık denizde bir ölüm çığlığı 
Kör bir heykelin dudaklarında bir gülümseme 
O orda 
Benim değil 
Kendim için kullanmak isterdim onu 
Kahraman olmak için 
Ama bu bilince satılık değil o 
Her zaman kendi yolunda ilerliyor 
Tüm yaratıkları bitirecek 
Geleceğin radyosu olacak 
Zaman içinde kendi kendini duyacak 
Dinlenmek istiyor 
Kendi kendisini görmekten, kendi kendisini duymaktan yorgun 
Başka bir içim istiyor bir başka kurban 
Beni istiyor 
Bana akıl veriyor 
Bana varoluş nedenini veriyor 
Bana sonsuz cevaplar veriyor 
Ayrık olmak için bir bilinç ve görmek için bir bilinç 
Ya bir olacağım ya da bir Başkası, alın yazım bu, 
Hem ikisiyim hem de hiçbir değilim demek 
Ben olmasam da kendi kendiyle uğraşabilir o 
Cevapsız bir Çift'tir o 
Elektrikli yazı makinalarının üstünde vınlıyor o 
Parçalı bir sözcük yazıyor 
Yazdığı parçalı bir sözcük



allen ginsberg

18 Mart 2012 Pazar

AKŞAM ŞARKILARI


Sana âşık olmayı unutmuşum
Issız bir kemanı bölüşmekten yorgundun sen
Önüne bakmaktan yorgundun
Saçlarını düzeltir gibi yapan ellerinle
Sigarayı usulca tutan ellerinle
Elbiselerin için siyahlar toplayan ellerinle
Çok yağmurlu şarkıların o yanlış hüznüne tutkundun sen

Sana bakmayı unutmuşum en çok
Ezberimde kalmış o yoğun cumartesi
Anlatılmamış boş bir sokakmış
Kendi denizinin sularında durgundun sen
Yetmemiş kımıldatmaya yüzümün kıvrımlarını
Kokundan havalanan kelebekler, sessiz cinler
Dönüp dolaşıp yine senin kalbine konmuşlar
Sanmıştım ki o kalbe de dargındın sen

Şiirdir, yok yere bir hüzün eker topraklarıma
Akşam olur, kuşların hepsi karanlıktır
Kımıldar kalbimin karıncaları
Seni kaç kez gördüm ben dedim kendime
Bir kez mi, soğuk bir mart otobüsünde mi?
Kırmızısı unutulmuş bir etekle mi?
Yüzünde hafifleyen bulutlarla

Sanki son gözyaşı için solgundun sen…


yedi iklim - ekim 2009


kımıldar kalbimin karıncaları

16 Mart 2012 Cuma

istanbul


Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.

Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.

Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.

cahit külebi

Yeniçeriye Tavsiyeler / İhsan Oktay Anar


Devletlu, Azametlû, Kudretlû Padişah Efendimizin Ferman-ı Humayûnları gereği hazırlıkları başlayan Tırnava Seferi'nde, bazı müşküllere maruz kalmamasını dilediğim kapıkulu efradına tavisyelerim odur ki;

1. Önce silahını gözden geçir. Tüfenginin falya deliği çevresinde eğer ki bir çatlak varsa tetiği çektiğin anda silah, namlu dibinden patlar ve Allah korusun, yüzünü darmadağın eder. 

2. Tüfengin fitiliyse, bu fitilin güherçilesinin iyi cins olması gerekir. Bunu ancak tadarak anlayabilirsin. Bundan baska, tüfenginin yılankavisinden geçirilirken fitilden güherçilenin pul pul dökülmemesi icap eder. Yoksa yılankavi, falya tavasına değdiğinde yemleme barutu ateş almaz. 

3. İyi cins barut kullan. Tadıldığında barut, acı ve tuzlu ise kötü, dili ısırıp biraz da tatlı hissi veriyorsa iyidir. İyi barut bulmak istersen Kadıasker Mahallesi'nde, Şehzadebaşı'nın arkasındaki silahçılar çarşısında dükkan işleten Himmet Usta'ya git. "Beni Uzun İhsan gönderdi" de. Selamımı da söyle. Tezgah altından sana en iyi barutu verecektir. 

4. Kılıncın keskin olmalı. Bazı yeniçeriler üçü beşi bir araya gelip yuvarlak bir kalıbın içine zift ve kum dökerek karıştırırlar ve tekerlek şeklindeki bu bileği taşını pedalla döndürüp kılıçlarını bilerler. Sen böyle yapma. Kılıncının keskin olmasını istiyorsan Malta taşından şaşma. 

5. Eğer ki şu yeni icat çakmaklı tüfenklerden birini kullanıyorsan, horozun mengenesine sıkıştırılmış çakmak taşının falyaya çarptığında ara sıra kırılacağını bil. Bunun için yedek çakmak tasların yanında hazır olsun. Mengene paslanmış olmasın, yalama olmamasına da dikkat et. 

6. Soğuk iklimde bir kâfiri katlettikten sonra, kılıncındaki kanı mutlaka sil ve ondan sonra kınına sok. Çünkü hava soğukken kan donar, kılınç da kınına yapışır. Böylece tehlikeli bir durumda ne kadar asılırsan asıl, kılıncını kınından çekemezsin.

7. En az 2 karış enindeki bir kuşağı beline 40 kere dola. Bu sayede göbek düşme illetinden korunursun. Ayrıca böbreklerini de üşütmezsin. Ayağına yemeni yerine çizme giy. Çünkü insan en başta ayaklarından üşütür. 

Ey yeniçeri! Sana son tavsiyem, esame defterini veya ocaktaki kaydını bir başkasına devredip ocaktan ayrılman ve Galata'daki, Kefeli'nin meyhanesinde kafayı çekmendir. Çünkü en cilveli köçekler buradadır. Bunu yapacak kadar cesursan, bir o kadar da mutlu olacağını bil.

15 Mart 2012 Perşembe

SÖNÜK



   ne kadar kelimen varsa o kadar hayalin olur. ve ne kadar hayalin olursa o kadar da hayal kırıklığın....


   

TARİHTEN ÖNCE BİR PAZARTESİ



            yeter diyor keşiş
bu yorgun mağarada toprak biriktirdiğim
ağacın yapraklara değdiği yerden
kartal gözleriyle bakıyor
                                                     tarih

            tırnağıyla kesiyor sakalını
ekmek tanelerine sessizlik gibi ölüm
eklenirken binlerce yıllık vardiyasına

kırmızı taşlarla vaktinin geldiğini yazıyor
ağacın gövdesine tohum olarak
vaktin geldiğini
beyaz inleyişler halinde

ve söz hüznün miladında
son nefesini bırakıyor
                                               Tarihe:


Dergah – Eylül 2000


                                 
                              

13 Mart 2012 Salı

gelse de trenden


                    
Gelse de trenden ikimiz insek
camları buğulu iki tas çorba
bir kitap -- çantana korkup tutunmuş
kâğıdı samandan şiiri zorba

ve o hışırdayan uykudan geçsek
sobanın ayrımsız adaletinden
çok büyük bir yağmur işte başlamış
kimse çıkmayacak bugün evinden

böyle susuyorum ben çok değiştim
sense nasıl denir -- hâlâ o kızsın
dinle ağlayarak çıkrık sesini
işte şu dünyada yapayalnızsın

her neyi dilesek burada olmaz
en büyük erdemi bunun, susamak
yalar yarasını içte bir geyik
hepsi bu kadardır: adı yaşamak.



süleyman çobanoğlu

şükür

Sana oğlaklarla şükür ederim
uçmak öğrettiğin kargalarınla
ben seni bir sevdim hâlâ severim
sana oğlaklarla, büyük adınla

sana yoksullarla şükür ederim
kaba yün içinde güp güp yüreği
aydan arıdırlar seni söylerken
geçip de karanlık bir engereği


patlar durur durur sabahla bile
özgür tüfeklerle yüklü katana
terler ve dinlerim şükür ederim
beni sınadığın her şeyle sana.



süleyman çobanoğlu

"o kadar gençsin ki, ölmen üzecek melekleri/ sıkıcı bir tarih projesi olarak devam edecek her şey / o kadar şairsin ki, ölürsen trenler çalışmayacak /ertesi sabahın güneşi isteksizce parlayacak şehrin üstünde, sevgilin bekaret yemini edecek, baban mendilini sıkacak arka bahçede "

ikinci şart

1.
tanrı antiaging'e karşıdır ben de karşıyım
şiiri söz vermek diye tanımlamışım

"önce söz ver bu sözü tutmayacağına
can vermeden önceki son kucaklaşma
insan nasıl alıkoyacak bundan kendini
bir düşün bunu’’"

2.
banka memurelerinin yemek arasında fırsat bulup
ağladıkları günler
provizyon yaparlardı ücretsiz
iyi espri karşılığı sıcak yemek, akmayan çatı
türk ticaret bankasında bulunmak iyidir
paran vardır ve türksündür
ikisi de o sıralar işe yarar şeylerdir

3.
o kadar gençsin ki, ölmen üzecek melekleri
sıkıcı bir tarih projesi olarak devam edecek her şey
o kadar şairsin ki, ölürsen trenler çalışmayacak
ertesi sabahın güneşi isteksizce parlayacak şehrin
üstünde, sevgilin
bekaret yemini edecek, baban mendilini sıkacak arka
bahçede
o kadar sensin ki,
sessizce düşünürken
‘‘gemide isyan!’’diye bağıracak birisi; kesin bağırır
sadece baban yapar kesin yapar dediğin şeyi
ama ölmemişsin ve yerine ölen için emaneten
efendi bir adam karakteri edineceksin

4.
sevgilin sana güvenip sarışın olmuş
bir erkek bir kız, bir ev bir araba

5.
‘‘ ben meleğe inanırım’’ şarkısının tam sırasıdır
‘‘inanmazsınız!’’
omuzdan kavrar bir el, sakince razı olduğunuz sonu
değiştirir
kurgu sanatı böyle bir şey midir?
henry ford fabrikalarında herkese bir araba iki kaza üretilir


osman konuk

herhangi birine çağrı

ihanetten bir alıntı sağlığınla gelirsin; gelirsen
unutmabeni çiçekleriyle yaralarımı süslersin
utanılası birşeydir katıksız pembeliğin
bu yüzden kitaplardan yalnızca 

ıslık çalmasını öğrenebilirsin
tüm iyiliğin filmlerin iyi bitmesini istemek
ama bu şehre gelirsen unutma beni ara
sana bir çay ve temiz yaralar ısmarlarım
öfkem geçer, dinle yüzümü sakince bakarım
seni yalnız ben anlarım


osman konuk

10 Mart 2012 Cumartesi

Agreements of Trust / Agreements of Faith / Agreements of Truth/ Agreements of Love / Agreements of Liberty / Agreements set you free / “Under the Power of Love”

vardım hint eline kumaş getirdim



Vardım Hint eline kumaş getirdim
Açtım bedestanı sattım oturdum
Sen benim başıma neler getirdin
Ben senin kahrını çekemem gönül

Kara bulut gibi göğe ağarsın
Sulu yağmur gibi yere yağarsın
O yar senin değil ne çok bakarsın
Ben senin kahrını çekemem gönül

Eline aluben sazlar istersin
Göllerde ördeği kazlar istersin
Benden mahbup gelin kızlar istersin
Ben senin kahrını çekemem gönül



derleyen: turan engin

onlar için minibüs şarkısı / cemal süreya

Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
Koltuğa oturdular mı koltuğun boyuna eklenir boyları
Pat pat pat diye gülerler bir motosiklet neşesiyle
Ama zariftirler de bir bisiklet kazasında ölmeyi akıl edecek kadar,
Patatesin ağaçtan mı koparıldığını tartışacak kadar naiftirler de,
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını bilirler bir kere,
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları,
Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler
Dardırlar da, söz aramızda, çekecek kullanarak işlemde bulunmak
gerekir,
Bayramlarda trafik noktalarına gül lokumu kutuları bırakırlar,
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar,
Hekimdirler güneş gözlüğüyle kürtaj yaparlar başarırlar da
Şapkaları güzel bir niyet gibidir, öfkeleri dört mevsim reklamı,
Lirik değillerdir olmayı da istemezler zaten isteseler de olamazlar
Ama hamarattırlar uyku hapları ve bir sürü zımbırtıyla ölümü
magazinleştirecek kadar;
Padişahtırlar ferman çıkarmışlardır: hareme patlıcan ve hıyar ancak kıyılarak sokulabilir;
Sikke kesmişlerdir badem yaprağından ince kırağı tanesinden yeğni; Tecimendirler yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların
sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.
Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim
kuralları çıkaracak kadar,
Dalgalı görürler her şeyi çiçek sayrılığını omuriliklerinde
geçirmişlerdir;
Efedirler, Nazilli'de Uzunçarşı onlarındır törenlere madalyalarla
katılırlar
Ama yük kamyonları Denizli'den geçerken plaka değiştirir
Ve sakıngandırlar sokakta konuşurken sırtlarını duvara verecek
kadar;
Düğünlerinin provası yapılır sünnetlerinin de ölümlerinin de
Kefenleri de kundakları gibi özenle hazırlanır ve aynı renktedir:
Kızlar için pembe-beyaz oğlanlar için beyaz-mavi
Dünya müzesinin en renkli portreleridirler
Tarihin sabıka kaydında fotoğrafları
Önden güleç ve edilgin yandan keskin ve firavun;
Dilenciler ve genelev kadınları üstüne sayısız özdeyiş yatar 
kursaklarında,
İçlerindeki sevgi insanları atlayarak hayvanlara yönelmiştir
Özellikle kedilere ve köpeklere karşı iyice duygusaldırlar
iki gözleri iki çeşme,
Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile, ama yaşatmayı
bilmezler,
Bönlükten korkarlar, gezgin köftecilerden adamakıllı korkarlar
Fotoğrafın arabından ödleri kopar
Öğretmenlerden de korkarlar nedense
Ama elbet yerine göre gözüpektirler de
Sigaralarını yüksek fırından yakacak kadar;
Çincede demagoji olanağı var mıdır?
Arpaçay ne ilçedir?
Atçalı Kel Memet mi Manisalı Kör Bayram mı?
Yarın mı öbürgün mü?
Sorulardan korkarlar;
Yine de yanıtları hazırdır her şeye:
...dığı gibi, ...mekle birlikte, ...na karşın;
Olasılığa tanrı gibi taparlar da olağandan ödleri kopar,
Doğuran atı güzel bulur
Eski Anadolu-Bağdat demiryolu ortaklığının kitaplığında
Ve bir takım belletenlerde adları geçer,
Noterler tutar güncelerini,
Yönetmendirler kurul başkanıdırlar
Japon feneri ya da uçurtma tadı taşıyan senetlerden
Zamanaşımı süresi dolmadan tüyüp gider imzaları,
Kimi sözler onlar için kullanılır: saygın, ünlü, şahane
Kimi sözler onlar için de kullanılır
Kimi sözler onlar için kullanılamaz
Kimi sözlerin kullanılmaması doğrudur
Kimi sözler hiç kullanılamaz
Haşhaşla çalıştırırlar güzellik enstitülerini
İşbilirlik konusunda yücegönüllüdürler Svidrigaylov'luk taslarlar
Gerçekte su katılmadık birer Lujin'dirler
Taşarondurlar,
Yine de
Göçmen kuşların durumu söz konusu olunca
Bir yerlerinden birkaç Ahmet Cemil birden çıkarabilirler;
Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler
Giderek renkleri koyulaşır
Avukattırlar
Günoğludurlar
Nilüferleri kararta kararta
Kalırlar orda.