15 Eylül 2011 Perşembe

yüzyıllık yalnızlık

Albay Aureliano Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı. O zamanlar Macondo, tarihöncesi kuşların yumurtaları kadar ak ve kocaman, parlak çakıllarla örtülü yatağı boyunca dupduru akan bir ırmağın kıyısında kurulmuş, yirmi hanelik bir kerpiç köydü. Dünya öylesine çiçeği burnundaydı ki, pek çok şeyin adı yoktu daha ve bunlardan söz ederken parmakla işaret edip göstermek gerekti. Her yıl Mart ayında, paçavralar içinde bir Çingene obası köyün dışına çergilerini kurar, boru ve dümbelek şamatası içinde yeni icatların çığırtkanlığını yaparlardı. Önce mıknatısı getirdiler. Kendini Melquiades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, iri kıyım bir Çingene, Makedonyalı bilge simyacıların sekizinci harikası dediği nesneyle akıl çelen bir gösteriye girişti.

İki maden külçesini peşinden sürükleyerek kapı kapı dolaştıkça, tencerelerin tavaların, maşaların, mangalların yerlerinden tangır-tungur yuvarlandığını, yuvalarından fırlamaya çalışan çivilerle vidaların umutsuzluğundan kirişlerin inlediğini, hele hanidir kayıp nesnelerin hem de çok arandıkları yerlerden ortaya dökülüp Melquiades'in büyülü demirlerinin peşinden paldır-küldür akın ettiğini görenlerin aklı başından gitti. Çingene, kaba şivesiyle, Eşyanın da canı var, diye ilan etti; Bütün iş, ruhlarını uyandırabilmekte. Dizginsiz düş gücü, değil doğa harikalarının, en olmadık mucizelerin ve sihirlerin bile ötesine taşan Jose Arcadio Buendia, bu yararsız icadın toprağın bağrından altın çıkarmaya yarayabileceğini düşündü.

(…)

Ursula,
-Hiçbir yere gidecek değiliz, dedi. Burada çocuk sahibi olduk, o yüzden burada kalacağız.

Jose Arcadio Buendia,

-Ama daha hiç ölen olmadı, diye karşılık verdi. İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.

(…)

… Yılgınlığa düşen Jose Arcadio Buendio, bir zamanlar çingenelerin eşsiz buluşlarını unutmamak için yapmayı tasarladığı bellek makinesini yapmaya karar verdi. İnsan eliyle yaratılan bu harika, ömür boyunca edinilen bilgilerin tümünün her sabah baştan sona tazelenmesi görüşüne dayanıyordu. Bunu bir döner sözlük biçiminde tasarlıyordu. Sözlüğün eksenine oturan, kolu çevirerek çarkı döndürecek ve insan yaşamındaki en gerekli bilgiler birkaç saat içinde gözünün önünden geçecekti.

Hemen hemen ondörtbin maddenin yazımını tamamladığı sırada, bataklıktan gelen yoldan elinde iple bağlanmış tıkma tıkış bir bavulla üzeri siyah bez örtülü el arabasını çeke çeke ve uykucuların o hüzünlü çanını çalarak tuhaf görünüşlü biri çıkageldi.

Ama ziyaretçi, bu yapmacıklığı farketti. Yüreğin o giderilemez unutkanlığıyla değil, çok daha amansız ve hiç dönüşü olmayan bir başka çeşit unutkanlıkla unutulmuş olduğunu anladı. Bu unutkanlığı iyi bilirdi, çünkü ölümün unutkanlığıydı bu. İşte o zaman ayıldı.

(…)

Muhafazakar rejimin yıkılması gerektiğine inanmakla birlikte, tasarlananlardan ürktü. Dr. Noguera, aklını suikastlara takmıştı. Tek tek kişilerin öldürülmesi planlanacak, bir düğmeye basışta harekete geçirilecek bu eylemler sonunda rejimi yürütenler aileleriyle, özellikle çocuklarıyla birlikte yok edilecek, böylelikle de bütün ülkede Muhafazakarlığın kökü kurutulmuş olacaktı. Don Apolinar Moscote, karısı ve altı kızının da bu listede olduğunu söylemeye gerek yok, tabii.

(…)

Dr. Noguera'yı sürükleye sürükleye alana getirdiler, bir ağaca bağladılar ve sorup soruşturmadan kurşuna dizdiler. Peder Nicanor, uçma mucizesiyle askeri yetkilileri etkilemek istediyse de, askerlerden biri tüfeğin dipçiğini indirdiği gibi, kafasını ikiye ayırdı. Liberallerin coşkusu sessiz bu dehşete dönüştü.

(…)

-Hangi silahlarla? diye sordu.

Aureliano, Onların silahlarıyla, diye karşılık verdi.

Salı gece yarısı yapılan çılgınca bir hareket sonunda, Aureliano Buendia'nın komutasındaki otuz yaşına varmamış yirmi bir kişi, mutfak bıçakları ve ucu sivriltilmiş aletlerle silahlanarak garnizonu bastılar, silahlara ekoydular, yüzbaşıyı da kadını öldürmüş olan dört askeri de bahçede kurşuna dizdiler.

(…)

Aureliano, Çılgınlık değil, savaş, dedi. Bir daha da bana Aurelito deme. Ben artık Albay Aureliano Buendia'yım.

(…)

Crespi'nin kardeşi dükkanı açtı. Bütün ışıklar yanıyordu. Bütün müzikli kutuların ağzı açıktı. Bütün saatler sonsuz bir saat başını çalıyordu. Ve bu çılgın müzik sesleri arasında, Pietro Crespi'yi dükkânın arkasında bileklerini usturayla kesmiş ve ellerini bir tas aselbende batırmış olarak buldu.

(…)

Bir gece Albay Gerineldo Marquez'e,

-Sana bir şey soracağım, arkadaş, dedi.

-Niçin savaşıyorsun?

Albay Gerineldo Marquez,

-Niçin olacak? diye karşılık verdi, -yüce Liberal Parti için tabii.

-Niçin savaştığını bildiğin için şanslısın doğrusu. Bana gelince, ancak şimdi kafama dank etti: ben yiğitliğe kara çaldırmamak için savaşıyorum.

Albay Gerineldo Marquez, -Bu kötü işte, dedi.

Albay Aureliano Buendia, onun bu tavrından hoşlanmıştı.
-Doğru, dedi. -Ama yine de, niçin dövüştüğünü bilmemekten iyidir. Arkadaşının gözlerinin içine baktı ve gülümseyerek sözünü tamamladı: -Ya da senin yaptığın gibi, hiç kimse için anlam taşımayan bir şey adına savaşmaktan iyidir.

(…)

Ursula mahkemeye gitmekle yetinmedi, Macondo'daki bütün devrimci subay analarını da tanık olarak getirdi. Kasabanın ilk kurucularından olan, içlerinden birkaçı dağları aşmak yiğitliğini göze almış bulunan yaşlı kadınlar teker teker çıkıp General Moncada'nın erdemlerinden özettiler. Ursula en son konuştu. Onun yüreklere burukluk veren onuru, adının ağırlığı, söylediklerinin inandırıcılığı, adalet terazisini bir an sarstı. Ursula, yargıçlar kuruluna, Bu korkunç oyunu çok ciddiye aldınız ve başarıyla da yürütüyorsunuz. Çünkü ödevinizi yapıyorsunuz, dedi. -Yalnız şunu unutmayın ki, Tanrı bizlere ömür verdiği sürece ana olarak kalacağız ve sizler ne denli büyük devrimciler olursanız olun, saygısızlık yapmaya kalkıştığınız anda donunuzu sıyırıp bir güzel kötek atmak hakkımızdır.

(…)

General Moncada, kalın bağa çerçeveli gözlüklerini gömleğinin eteğine silmek için ayağa kalktı.
- Olabilir, dedi. Üzüldüğüm, beni öldürmeniz değil, çünkü kurşuna dizilmek bizim gibi insanlar için bir bakıma eceliyle ölmek sayılır. Gözlüğünü yatağın üzerine koydu. Saatiyle kösteğini çıkardı.
-Beni asıl üzen, diye sözünü sürdürdü,
-askerlikten onca nefret ettikten, askerlerle onca çarpıştıktan ve onlar üzerine onca düşündükten sonra, sonunda senin de onlardan beter olman. Ve dünyada hiçbir ülkü bu denli alçalmaya değmez. Nişan yüzüğünü ve Kutsal Meryem madalyonunu çıkardı, onları da gözlüğüyle saatinin yanına koydu.

(…)

Albay Marquez, -Yüreğini kolla, Aureliano, dedi, ölmeden çürüyorsun.

(…)

… Papaz efendi o tarihlerde bunamaya başlamıştı. Bu bunaklığı giderek artacak ve yıllar sonra papaz, şeytanın Tanrıya başkaldırışının belki de zaferle sonuçlandığını ve gaflet içindekileri faka bastırmak için gerçek kimliğini gizleyerek, gökler katındaki taht'a şeytanın oturduğunu ileri sürecekti.

(…)

Sayısız ve akıl almaz buluşlarla başları dönen Macondolular şaşkınlıklarının nerede başladığını bilemediler. …

(…)

-Babam ne diyor? diye sordu.

Ursula, -Çok üzgün, dedi. -Senin öleceğini sandığı için üzülüyor.

Albay gülümseyerek karşılık verdi: -Ona de ki, dedi, insan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.

(…)

… Kendilerinden para istediği eski partili arkadaşları, albayla görüşmemek için kendilerini evde yok dedirtiyor, bucak bucak gizleniyorlardı. İşte o sıralarda Albay Aureliano Buendia'nun -Bugün Liberallerle Muhafazakârlar arasındaki tek ayrım, Liberallerin saat beşte, Muhafazakarların ise saat sekizde kiliseye gitmeleri, dediği duyuldu.

(…)

Odasının karanlığında iğneye iplik geçirip düğme dikebiliyor ve sütün ne zaman kaynayacağını kestirebiliyordu. Her şeyin yerini öyle bir şaşmazlıkla biliyordu ki, kimi zaman kör olduğunu kendi de unutuyordu. Bir keresinde Fernanda, nişan yüzüğünü yitirdi, evi ayağa kaldırdı, altını üstüne getirdi, bulamadı da, Ursula çocukların yatak odasındaki bir rafın üzerinde yüzüğü buldu. Bunun nedeni de basitti. Ötekiler ne yaptıklarına dikkat etmeksizin evin içinde gezinirken, Ursula boş bulunmamak için dört duyusunu da olanca gücüyle seferber ediyordu. Çok geçmeden, ailede herkesin bilinçsiz olarak her gün aynı hareketleri yaptığını, aynı yolu izlediğini ve hemen hemen aynı saatlerde aynı sözleri yinelediğini fark etti. Ancak günlük çizgilerinden saptıkları zaman, bir şey yitirme tehlikesiyle karşılaşıyorlardı.

(…)

Ursula söylediğinin doğruluğuna güveniyordu. O gün, ötekilerin farkına varmadıkları bir şeyi sezinledi. Mevsime göre güneş yer değiştiriyor ve verandada oturanlar da bilmeden güneşe göre kendi yerlerini ayarlıyorlardı. Ondan sonra Ursula, Amaranta'nın nerede oturduğunu kestirebilmek için hangi ayın, hangi gününde olduklarını düşünerek doğruyu bulmaya başladı. Ellerinin titremesi her gün biraz daha göze çarpar hale geldiği ve ayaklarını zorlukla kaldırıp yürüyebildiği halde, Ursula'nın ufak tefek gövdesi evin her köşesini dolanıyordu. ...

(…)

… Bu işi, yalnızlığını unutmak için değil, tam tersine, yalnızlığını yoğunlaştırmak için yapıyordu.

(…)

… Amaranta için dinin yaşamla bağıntısı olmadığını, Katolikliği, bütün töreleri, bütün törenleri ölüm üzerine geliştirilmiş, salt cenaze törenlerini sürdürmek için var olan bir şey olarak gördüğünü söylüyordu.

(…)

… Evdekilerden hiçbiri Amaranta'nın özene bezene Rebeca'ya kefen diktiğini anlayamadılar. …

(…)

… Amaranta, Albay Aureliano Buendia'nın süs balıklarıyla yarattığı kısır döngünün nedenini işte o zaman anladı. Dünya, Amaranta'nın yalnızca teninde sürüyordu artık, iç benliği tüm kötülüklerden arınmıştı. Amaranta, bunu yıllarca önce kavrayamamış olduğuna üzülüyordu…

(…)

… Tabuta girerken saçlarını böyle yapmasını, ölüm öğütlemişti. Sonra Ursula'dan ayna istedi, kırk yılı aşkın süredir ilk kez suratını gördü. Yaşlılık ve acıdan çökmüş yüzünün, kendi kurguladığı yüze ne denli benzediğini görünce şaşırdı. Ursula, yatak odasındaki sessizlikten, havanın kararmaya başladığını sezdi.

(…)

-Ne tuhaf bir adam, dedi. -İnsan yüzüne bakınca yakında öleceğini anlıyor.

(…)

Gülümseyerek, -Çocuğu nehirde yüzen sepetin içinde bulduğumuzu söyleyeceğiz, dedi.

Rahibe, -Buna kimse inanmaz, diye karşılık verdi.

Fernanda, -Madem İncil'de yazdığı zaman inanıyorlar, ben söylediğim zaman neden inanmasınlar, dedi.

(…)

Ama çok geçmeden onun çarşı pazardaki malların fiyatı gibi ansiklopedide olmayan şeyleri de bildiğini anladı. Bu bilgileri nereden aldığını sorunca, Aureliano, -Her şey bilinir, demekle yetindi…

(…)

-Aureliano' dedi. -İyi bir yarasa olamayacak kadar kuşkulusun.

(…)

Orada öylesine mutluydu, kendini kusursuz arkadaşlığa öylesine yakın buluyordu ki, Amaranta Ursula düşlerini yıktığı gün sığınmak için oradan başka yer aklına gelmedi. Göğsünü tıkayan düğümleri biri çıkıp da parçalasın diye içine dökmeye, her şeyi anlatmaya hazırdı, oysa Pilar Ternera'nın kucağına kapanıp uzun uzun ağlamaktan başka bir şey gelmedi elinden. Pilar Ternera, parmaklarının ucuyla onun başını kaşıyarak ağlamasının kesilmesini bekledi ve Aureliano daha aşk acısıyla ağladığını açıklamadan Pilar insanlık tarihinin en eski gözyaşlarını tanıdı.

(…)

-Demek sen de inanmıyorsun, dedi.

-Neye inanmıyorum?

-Albay Aureliano Buendia'nın tam otuz iki iç savaşta çarpıştığına ve hepsinde yenildiğine. Askerlerin üç bin işçiyi istasyonda kıstırıp makineli tüfekle biçtiğine ve cesetlerin iki yüz vagonluk bir katara yüklenip denize döküldüğüne.

Papaz acıyan bakışlarıyla onu süzdü.

-Ah oğlum, diye içini çekti. -Şu anda senin ve benim varolduğumuzu kesinlikle bilebilmek yetiyor bana.

(…)

… çünkü yüzyıl içinde tohumu aşkla atılmış tek insan o
oluyordu.

(…)

Dehşetten donakaldığı için değil, Melquiades'in son ipucu o anda aydınlandığı için yerine çakılı kalmıştı. Elyazmalarındaki son cümle, insanın zaman ve mekan düzeni içindeki yerine yerli yerinde oturuyordu. -Soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer, diye yazmıştı Melquiades.

(…)

Aureliano çok iyi bildiği olaylarla zaman yitirmemek için on bir sayfa birden atladığı anda, Macondo Kutsal Kitapta yazılı kasırganın gazabına kapılıp dönmeye başlamış bir toz ve taş girdabı haline gelmişti bile. Aureliano içinde yaşadığı anı anlatan bölümün şifresini çözmeye koyuldu. Bir yandan şifreyi çözüyor, bir yandan okuduklarını yaşıyor, konuşan bir aynaya bakıyormuş gibi son sayfalarda yazılı olayları söyleyerek yaşıyordu. Sonra kendi ölümünün nasıl ve ne zaman olacağını öğrenmek için bir sayfa daha atladı. Son satıra gelmeden önce, o odadan bir daha çıkamayacağını anlamış bulunuyordu. Çünkü elyazmalarında Aureliano Babilonia'nın şifreleri çözdüğü anda aynalar (ya da seraplar) kentinin rüzgarla savrulup yok olacağı, insanların anılarından silineceği ve yazılanların evrenin başlangıcından sonuna dek bir daha yinelenmeyeceği yazıyordu. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkûm edilen soyların, yeryüzünde ikinci bir deney fırsatları olamazdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder