31 Aralık 2010 Cuma

the never ending way of orwarrior

              
  1. 1.        THE PATH PART:1 TREADING THROUGH DARKNESS
  2. 2.       THE WARRIOR
  3. 3.        NEW JERUSALEM – NOIR
  4. 4.       VAYEHİ OR
  5. 5.        IN THY NEVER ENDING WAY
  6. 6.      FROM BROKEN VESSELS
  7. 7.      BEREFT IN ABYSS
  8. 8.     MI ?
  9. 9.     THE PATH PART:2 THE PILGRIMAGE TO OR SHALEM
  10. 10.  HES LEAF SHALL NOT WITHER NOIR
  11. 11.    BARAKAH
  12. 12.   CODEWORD : UPRISING
  13. 13.   NORRA EL NORRA
  14. 14.  BIRTH OF THE THREE ( THE UNIFICATION )
  15. 15.   THE CALM BEFORE THE FLOOD
  16. 16.   THE STORM STILL RAGES
  17. 17.   BELOVEDS CRY
  18. 18.   ORNAMENTS OF GOLD
  19. 19.   FIND YOUR SELF
  20. 20. THE SAHARA’S STORM
  21. 21.   MABOOL ( THE FLOOD )
  22. 22.  HALO DIES
  23. 23.  OCEAN LAND
  24. 24. THE TRUTH WITHIN

26 Aralık 2010 Pazar

MÜFREZELERİ



   Duvarlarım da ısınmış olabilir. Otlarla konuşuyorum. İstiklal caddesinde elimde “Eliz Edebiyat” dergisi ve şiirlerime bakarak yürürken içimde bir mahcubiyet. Sevinmiyorum iki şiirimi dergide görünce. Dahası resmimi de beğenmedim. Dahası biyografimi istemişlerdi ve– dediği şudur küçük başğı altında - 3 cümleye sığdırmıştım kendimi, aynen almışlar resmimin yanına:” 1977’ de doğdum. 10 yıldır sınıf öğretmenliği yapıyorum. Başakşehir’de yaşıyorum ve ölüyorum.” Bu daha da kızarttı yüzümü. Ne gerek var bu artistik laflara! Dergiyi kapatıp, sanki herkes bunu okumuş da bana bakıyormuş gibi hissederek …

   Görmeye niyet ettiğim düşlerle konuşuyorum. Çeşmenin başında elimizi yıkıyoruz. Adımlarımız gecenin malı oluyor, farkındayız. Kasabanın hayalinde iki kırmızı şerit gibi parladığımızı var sayıyorum. Taraçadan bakılan hatıralar sisi. En yenik, en yıkılmış, en anlamsız, en sönük halimde bile bir sonraki harfe uzanan parmaklarım bana bir var olma telaşı ve kendime doğru kırık dökük bir tebessüm bağışlıyor. İçinden ve içimden çıkamıyorum böylece. Kitaplarımın üzerindeki toz zerreleriyim. Birinin unuttuğu bir alev olmak nasıl da yaşatıyor buz gibi.


   Sevgili okur.

   Ben aslında bu tür yazılar yazmak istemezken, ne yapsam ne etsem böyle yazılar yazıyorum. Böyle yazılar işte. Ceza gibi: bir ömür böyle yazılar yazmaya mahkûm olmuşum sanki. Ve her şey ve herkes böyle yazılar şeklinde gözümün önünden geçiyor, evet her gün, her gece. Yani inanıyorum ki son demokrat parti kongresinden başlayarak, kitaplarla, şiirlerle, yazarlarla, insanlarla ilgili yazılar da yazabilirim. Buna da eminim. Ama içimden gelmiyor. Yazdığım neyse, işte o içimden geliyor. Niye dert ediyorsun o zaman dediğinizi duyar gibiyim. Tek derdim bu olsun, öyle mi? Yazıyı bir tür sağaltım işlemi olarak görmek, kendi kendini terapiye tabi tutmak v.s. Sonra biri çok güzel deyince acayip bir mahcubiyet duyuyorum. Neyse, geçelim…


   Ben bunları konuşmuyorum ve yazdıklarım gibi de konuşmuyorum. Fark ettim ki ben hiç konuşmuyorum. Yazılarım da suskunluğum olduğuna göre...



                                                                                                 

24 Aralık 2010 Cuma

YAPILAMAMIŞLIKLAR






“Eşyamda izin ayağımda tozun var mı diye sorarsan
 Sana can çekişe çekişe değişen eşyayı haber veririm
 Ayağımın tozunu silktim eşyamı karıncaya yükledim
 Kırık yayda kalıveren ok gibi kaldım amma
 Hiç korkmadım seni sükût-u hayale uğratmadım

   İkindileyin, demini almış çay gibisi yok. Seccadeye inen güneş parçaları ve bir ucu geçmişime, bir ucu istikbalime bakan hüzünle katışık mutluluk gibisi de… Sanki hayatın dışında bir hayat dolduruyor odayı ya da odamı. “Allah’ım, duamı benden ayırma” diyen sesler duyuyorum. Yasin’in muhteşem tespiti bir kez daha okutuyor kendini: “Unutamadığımız her şey, aslında her zaman yaşadığımız şeylerdir!”. Gökyüzü binyıllar önce de aynı değil miydi? Tozlu telaşlarım kendini kâğıda bırakırken, kalbim bu hüznü de can evinden vurmak istercesine çarpıyor.

Sen hatim ol ben yarım sen hatem vur ben dargın sen hatır kır
Ben uzun uzadıya kendimi açıklayayım ki bilinsin nasıl bir zulmetteyim
Bilinsin bu evren duanla her gün en baştan nasıl yaratılır
Boş bir sadak gibi kaldım amma zaten nehirler çekilmiş kurumuş göller
Aramızda deniz vardır bana kalan sade sabır sade sabır            

   Ben bu sessizliğin nesi oluyorum? Ne sessizliklerin ne de iyiliklerin hacmi dolup taşıyor. Bunların toplandığı bir liman da yok. Çoğu sessizlikler ziyan edilmiş vakitler halinde acıyla gülümsüyor bana. Ben Allah dediğimde, gönlümde ve gözlerimde bulduğum titreyişin gölgesinde çok eski bir çocuk gibi kalıveriyorum. Çok eski bir çocuk ve kalbi kendinden erken büyümüş.

Ben bu kırık izzeti nefisle çok uzağa gitmem biliyorum
Bende ramak kalmıştır her şeye hasmane tertiplere ölmeye ramak kalmış
Flamasında ölüm işaretleriyle bir kuru benliğim kalmış
Kesilmemiş kartalmış bir adak gibi kaldım amma katılaşmadım
Hatırla sana ve kendime hep inandım, işte ordayım

İmanını tazeledin her cürmümden kalbimden sızan acıdan
Korkarak belirsiz bırakarak dokunmayarak beni sevdin
Tanrı hakkı için sevdin ebedi dostunu bildim, buydu seni avutacak
Hem gerçek hem yalan olan, işte bak bu açık seçikti aramızda
Seni affetmedim sana teslim gönlümü esirgedim bağışladım
 
Sen sendelediğinde inancımın ilk perdesi yırtıldı
Dediler ki suya götürü susuz getiri adamı
Dediler bivefadır boşuna çınlamasın kulağın
Bense bir kez kerametine iman etmiştim divitin ve hokkanın
Gene de tuz basmadım zaafına seni hasletimden azadladım

Ateşi keselim kesilebilir değilse de, namı var ateşkesin
Bu ateşin narına yanacak sözlükler ve kuralları simyanın
Birkaç sayfa kurtaralım kekeme kalsak bile isimsiz mektuplar için
Şartsız ve müdanasız bir mütareke imzaladım amma
Kerem ettim sana seni hiç aklımdan çıkarmadım

Şimdi burada her şey pırıl pırıl aydınlık ve her saat gündüz
Duvarlarda masalarda kulelerde duranlar bile on ikiye vurmuş
Dünyanın her yerinde kalbimin rehberliğinde bir çocuk doğmuş
Her çocuğa adın konmuş akrep durmuş saat on ikide işlememiş saniye
Bu aşkın aşkı kaldı bende onursa hiçtir terazi kefesinde.”

        BENİ SADE SEN SEVDİN, Hayriye ÜNAL

    Yakışıklı bir intihardan hayata düşmüşlükler. Bilmem ki ben bu şiirin nesi oluyorum? Ben yazmalıydım bu şiiri. Ama sanki Hayriye Ünal ben olmuş yazarken farkında olmadan. Ve bu şiirde fırtına sonrası sessizlik var. Ayrılıkların içi dolsun diye yapılamayanlar, söylenemeyenler…
    Aşktan geriye kalana da aşk denir. Hatta aşk, aşktan geriye kalan neyse odur.
    Gökyüzünden kâğıda düşen bir ünlem sanki
    Cuma öğleden sonraları!

16 Aralık 2010 Perşembe

15 Aralık 2010 Çarşamba

SARIŞIN



   Biz, küçük odalarda okunan kaderin,
   sarışın hasretlerle yüzleşen gençliğimizin,
kavuşmaya yetmeyen en eski ellerimizin,
   kalbe atılan düğümlerin,
incecik merhabaların,
   sevgilinin omuzlarının kokusunun
ve önce bizim yüzümüze damlayan gözyaşlarının,
    çekmecelerine sığınmış aşk mektuplarının,
yok yere hüzünlenmenin kızıl gün batımlarının,
   yemin gibi saklanan mendillerin,
inilmemiş bahçelerinde ağaç gölgeleri hayal etmenin,
   susuzluktan çatlayan kalplere dökülen arabesk şarkıların,
“yağmur hatıra gibi yağıyor*” denildiğinde sırılsıklam,
   en zarif, en sarışın ve en ölümcül hançerlere karşı çırılçıplak
ve kendini kaybettikçe aşk olmanın,  
  “ hayat bir ölümdür, aşk bir uçurum**”un,
bir görünüp bir kaybolan sevgili ruhlarının,
   “ yolculuk sonlarının gri göğünde kartal gibi dolanan akşamlar***”ın, uzun sürmüş sigaraların,
    içimize sinen yalnızlıkların,
“dilsiz dudaksız sözler****”in,
   “güzel bir cümle olmanı isterdim” deyip beklemelerin,              
                 
   K ı r g ı n l ı k l a r ı n,

  Önce cümleleri sevilmiş, sonra cümlelerle sevilmiş sevgililerin,

   A   y   r   ı   l   ı   k   l   a   r   ı   n,

  Hayatın tam ortadan ikiye biçilmesinin,

   Avlanmayı
  bekleyen 
          ürkek 
  hayvanlarıyız.                                                                        





****   Mevlana
*,***  Süleyman Unutmaz
**       Sezai Karakoç                                                        8.6.2009

11 Aralık 2010 Cumartesi

hikem-i ataiyye





   “ Varlığını bilinmezlik toprağına göm. Çünkü gömülmeyen şey bitmez. Bitse de netice itibariyle tam olmaz.”

   

10 Aralık 2010 Cuma

2005






                                                                                 25.mart.2009

KUMRU





  
  

   Bu yalnız bir kumru. Eğer pencereme gelen hep aynı kumru ise intiharını henüz kıvama erdiremedi demek ki. Gözümün önünde atsa kendini, gözümden düşse ölmeye, mayısın parlak çimenlerine… Mayıs bir gök şarkısı en çok, annemsiz, sevgilisiz. Bahar düşünün içinde bile kış var. Yarın okul yok diyen çocukların uykusunu hayal ettim düşümde. Kıştı ve sobanın etrafından bir sabaha uyanacağız diye geçirdim içimden. Çocuklarım vardı ve yarın sabah bir kış sabahını odamızda, sobamızda ağırlayacağız diye geçirdim düşümde. Damla benim kızımmış. Geceden başlayarak hayalini mutlulukla kurduğum sabah…

    

9 Aralık 2010 Perşembe

“YALAR YARASINI İÇTE BİR GEYİK”

   Süleyman Çobanoğlu’nun “Şiirler Çağla” dan 14 sene sonra ikinci şiir kitabı “Hudayinabit” geçtiğimiz Ekim sonunda okurla buluştu. İki kitap arasında geçen bunca sene bile şairin şiirine gösterdiği ihtimamın bir delili olsa gerek. Belki de üçüncü kitabı 20 sene sonra karşısına alacak bizi.

   İlk kitapla “Hudayinabit” arasındaki fark, elbette şairin bileceği bir husus. Ama bize yansıyan, bu kitabın “Şiirler Çağla” daki gerginlikten uzak oluşu. “Sabaha Eren” şiirini, - geçiş dönemi şiirini andırıyor bu şiir ve oldukça güzel – saymazsak tabi. Kastettiğim gerginlik şiirin sıkıştırdığı yüreğin ya da dilin önceki şiirlerde ateş gibi parlamasıydı. “Hudayinabit” bu anlamda hayatla hesabını görmüş, gönlünü ferah tutmuş bir şiir erinin sanki çadırında onu dinlemeye gelenlerle söyleşmesine benziyor. “Hudayinabit”te yer alan şiirlerde maksat hasıl olmuştur. Şair, kitabını hayal ederken sanki Türkiye’yi de – belki Anadoluyu demeliydim- hayal etmiş ve öyle yazmış kitabını.

   Sesin şiiri, sözün şiiri aslında Çobanoğlu’nun şiiri. Gelenek veya halk şiiri gibi yakıştırmalara bulaşmadan onun şiirine yaklaşırsak şunu söyleyebiliriz: Şiir ezberlenebilirdi değil mi eskiden? Akılda, gönülde kalırdı. Bu, şiirin güzelliğiyle ilgili mutlak bir kanaat değil şüphesiz. Ama Çobanoğlu bile isteye tam da bunu yapıyor. Şairin kişiliğiyle de örtüşüyor zaten bu tutum. En güzeli de bu zaten: Şairine benzeyen sahih şiirler bunlar. Aslında evvela ve daima bu söylenmeli Çobanoğlu şiiriyle alakalı olarak.
   
    Ve Türkçenin sandığından çıkardığı kelimeleri kuyumcu titizliği ile şiirine yerleştirmesi onu pek çok şiirden ve şairden ayırıyor. Hece ile şiir yazmanın kolaycılığına yakalanmamak gerektiğinin farkında şair.

    “Hudayinabit”in ve Çobanoğlu şiirin hülasası da bize göre Eski Arkadaşım Adem şiiri. Belki de – bu tabir ne kadar doğru bilemem ama- Çobanoğlu’nun en güzel şiiridir Eski Arkadaşım Adem. Bu şiir, nasıl yürekten gelen bir sızıdan yazıldıysa, öyle okunuyor. Ayrıca, “Angut”, “Bir gün”, “Çarşı Marşı”, “Tekfurun Kızı”, “Sosyal” ve “Seni Aşkından Bile” okundukça okunası sağlam şiirler.

   Ve “yalar yarasını içte bir geyik” diyen bir şairin kitabı var elimizde. Bütün şiirsel ağırlıklarından arındırıp Türkçeyi, en sade haliyle işleyip, herkesin diline sığacak şekilde söylediği, meramını güzelce anlattığı, kitabın en güzel şiirlerinden biri “Gelse de Trenden” adlı şiir. Allah herkese böyle bir şiir yazmayı nasip etsin.


  Hudayinabit, Süleyman ÇOBANOĞLU, Profil yayınları, İstanbul 2009

                             
 Dergâh – Nisan 2010


8 Aralık 2010 Çarşamba

HAŞİMLEKARANLIKGECELERBAZIÇIKARDIK





  “güya ki o dargın geceler ruhu boğardı, her şey bizi bir korkulu rüyayla sarardı”.şiirin bir yerinde beni uyutmayan bu dize geçer: ”annemle karanlık geceler bazı çıkardık “ diye başlar ve annesinin hastalığı nedeniyle dicle’nin kenarındaki gece gezmelerini anlattığı şiirini muhteşem sonlandırır:”ruhumda benim korku ölüm leyle-i tarik, çeşminde onun aksi kevakiple dönerdik”.22 yaşında yazmıştır bu şiiri.annesinin ölümünden 16 sene sonra.5 veya 6 yaşındaki bir çocuğun gece ve ölüm karşısındaki psikolojisini yıllar sonra o kadar berrak anlatır ki bu yüzyıllık şiirin güzelliği her gün yanı başımda.”çıkardık” diye başlayıp 1,5 sayfa sonunda “dönerdik” diye bitirmesindeki hikaye ediş tekniği bile görkemlidir.bu şiirin her okuyuşumda ruhumu sarsmasını kime anlatmalı?hem anlatılamaz ki!
 
“piyano çalmak ona yetmiyordu, o piyano olmak istiyordu.”Thomas Bernhard.

   Ihlamuru sigarayla içersen geçmez bu hastalık.


   “ruhumda benim korku, ölüm, leyle-i tarik
    çeşminde onun aks-i kevakiple dönerdik…”

      
                                    SENSİZ


Annemle karanlık geceler ba’zı çıkardık;
Boşlukta denizler gibi yokluk ve karanlık
Sessiz uzatır tâ ebediyetlere kollar…
Gûyâ o zaman, bildiğimiz yerdeki yollar
Birden silinir, korkulu bir hisle adımlar,
Tenhâ gecenin vehm-i muhâlât[1]ını dinler…
Yüksekte semâ haşr-i kevâkib[2]le dağılmış,
Yoktur o sükûtunda ne rü’yâ,ne nevâziş[3];
Bir sâ’ir[4]-i mechûl-i leyâlî gibi rüzgâr,
Hep sisli temâsiyle yanan hislere çarpar.

Göklerde ararken o kadın çehreni, ey mah!
Bilsen o çocuk, bilsen o mahlûk-ı ziyâ-hâh[5],
Zulmette neler hissederek korku duyardı:
Gûyâ ki hafî[6] bir nefesin nefha-i serdi[7],
Rûhanda bu ferdâ[8]-yi siyeh-rengi fısıldar,
Sâkin geceler şefkat olan encüm-i bîdâr[9],
Titrer o karanlıkların evc-î kederinde[10],
Hüsrân ü tehâssür[11] gibi mâtem nazarında;
Gûyâ ki o dargın geceler rûhu boğardı:
Her şey bizi bir korkulu rüýâla sarardı: 
Zulmet ki müebbed, mütehâcim[12], mütemâdi[13]:
Eşkâle verir ayrı birer şekl-î münâdi[14],
Dallar kuru eller gibi mebhût[15] ü duâkâr,
Zânû-zede[16] dullar gibi hep tûde-i eşcâr[17]
Çılgın dolaşan bâd-ı leyâlî[18] ki serâîr[19],
Pîş ü pey-i seyrinde koşar muzlim ü dâir[20]
En sonda nigâh[21]-î ebediyet gibi titrer,
Tâ ufka asılmış sarı bir lem’a-i muğber[22]
Bir kafile-î rûh-ı kevâkib[23] gibi mâhmur[24],
Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pür-nur[25]
Ondan yalnız rûha gelir bir gam-ı mûnis[26];
Yalnız o, karanlıklara rağmen yine pür-his,
Yalnız… Bu kamersiz gecenin zîr-i perinde[27],
Bir feyz-i ziyâ haşrederek âb-ı zer[28]inde,

Bir kafile-î rûh-ı kevâkib gibi mâhmur,
Zulmette çizer Dicle uzun bir reh-i pür-nur
Dinlerdik uzun şi’rini ben lâl, o hayâlî,
Lâkin ne kadar hüzn ile tev’em[29]di meâli[30],
Gûyâ, o zaman, nûrunu ey mâh-ı mükedder
Eylerdi semâ lü’lü[31]’-i hüzniyle telâfî[32]:
Yıldızları göklerden alıp bir yed-i mahfî[33],
Bir bir o donuk gözlerin a’mâk[34]ına îsâr[35]
Eylerdi ve zulmette koşarken yine rüzgâr,
Rûhumda benim korku, ölüm, leyle-i târîk[36],
Çeşminde onun aks-i kevâkible dönerdik.

Ahmet HAŞİM
(Piyale, 1926)

Vezin: Mef’ûlü / mefâilü / mefâilü / feûlün

[1] Aslı olmayan şüpheler.
[2] Birikmiş yıldızlar.
[3] Okşama, okşayış.
[4] Yürüyen.
[5] Işıldayan yaratık.
[6] Gizli.
[7] Bir nefesin soğuk kokusu.
[8] Yarın.
[9] Uyanık yıldızlar, uykusuz yıldızlar.
[10] Kederlerin en yüksek noktası.
[11] Duygular, düşünceler, hasretler.
[12] Birbirine hüum eden, saldıran.
[13] Devamlı, kesiksiz, sürekli, daima.
[14] Nidâ eden, seslenen, çağıran. Müezzin.
[15] Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem.
[16] Diz çökmüş.
[17] Yığın yığın ağaçlar.
[18] Gece rüzgârı, yeli.
[19] Gizli şeyler, sırlar.
[20] Daire, dönen.
[21] Bakmak, nazar etmek. Bakış.
[22] Tozlanmış, gücenmiş güneş ve yıldız gibi parlamak. Öfkelenmek.
[23] Yıldızlar.
[24] Sarhoşluğun verdiği sersemlik. Uykulu, baygın göz.
[25] Nurlu yol.
[26] Alışılmış, ehlileşmiş, cana yakın, sevimli, ünsiyyet edilmiş keder.
[27] Kanadı altında.
[28] Sarı renkli su.
[29] Birbirine benzer.
[30] Manası.
[31] İnci, parlak, ışıklı, kıymetli.
[32] Tamamlar, karşılar.
[33] Gizli el.
[34] Derinlikler, göz pınarları.
[35] Dökme, serpme, saçma. Kötülemek. Kasırga. Paha biçme.
[36] Yol. Gece yolu.

                                                 8 Kasım 2008